Yahudi ve Hristiyanların inanç, ahlâk, tarih ve efsaneye dayalı kültürü olan İsrailiyat’tan bazıları zamanla İslâma karıştı. Aynı şekilde Yunan hikmeti yani felsefesinin bir kısmı da, İslâmiyete girmekle din süsüyle göründü. Fikir ve görüşlerin bozulmasına sebep oldular.
Araplar, İslâmdan önceki Cahiliyet Dönemi’nde, sayılı kişiler dışında, okuma yazma bilmeyen, ümmi bir topluluk idi. Ne zaman ki, içlerinden hak tecelli etti / belirdi, ortaya çıktı. His, duygu ve kabiliyetleri uyandı. Hak ve hakikati açıklayan İslâm diniyle hem hâl oldular. Bütün rağbet, istek ve meyilleri İslâmı bilip öğrenmeye doğru kaydı.
Tüm dikkatlerini büyük bir istek ve heyecanla İslâmı bilmeye hasrettiler. İslâmı sevgi ve hasretle kucakladılar. Fakat kâinata bakışları, araştırma ve incelemeleri; hikmet ve felsefe gözüyle değildi. Belki delil getirmek, bir delile dayanarak netice çıkarmak için idi.
Onların o hassas, tabiî / doğal zevklerine ilham eden Kur’andı. Onların fıtrat / yaratılış, tabiat, mizaç ve huylarına uygun olan geniş ve yüksek çevreleri idi. Hâlis, saf ve kabiliyetli olan aslî, bozulmamış yaratılışlarına çeki düzen veren Kur’andı. Öğreticileri ve onları İslâmî terbiye ile donatan sadece Kur’an idi.
Bundan sonra Araplar; diğer milletleri İslâmla tanıştırmış. Onları İslâm şemsiyesi altına almış oldular.
Fakat bütün bunlar olurken, diğer milletlerin malûmat ve bilgileri de, Müslüman olmaya başladı! Tahrif olmuş, değiştirilmiş şeyler olan İsrailiyat / Yahudi ve Hristiyanların inanç, ahlâk, tarih ve efsaneye dayalı kültürleri; İslâmiyete karışmaya başladı!
Vehb, Ka’b gibi ehli kitab âlimlerinin, yani Yahudi ve Hristiyan bilginlerinin; yalan yanlış fikir ve görüşleri; İslâmiyetleri cihetiyle Arapların hayal hazinelerine bir kanal, bir yol bularak; o saf, hâlis ve tertemiz fikirlerine karıştılar! Sonra da, onlardan hürmet ve saygı gördüler! Çünkü ehli kitap; Yahudi ve Hristiyan âlimleri olarak İslâmiyete girdiler. İslâmiyetle şereflendiler. Son derece büyüklük kazandılar. Mükemmelleşip kemale erip olgunlaştılar.
Fakat geçmişteki yalan yanlış bilgileri, makbul hâle geldi! Maalesef kabul gördü! Doğruluğu ve gerçekliği herkes tarafından kabul edilir olup reddedilmedi! Çünkü İslâmiyetin usûl / metot ve esaslarına, henüz karşı çıkan bir durumda değildiler. Hikâyeler olarak görüldüler! O çerçevede mütalâa olundular! Hikâye edilen bir haber, söz ve olay olarak algılandılar! Ehemmiyetsiz / önemsiz görüldüğü için, tenkit edilmeksizin, eleştiri yapılmaksızın dinlenir oldular!
Fakat ne yazık ki, sonradan hak ve doğru olarak kabul edildiler! Çok şüphe, kuşku ve zanlara sebebiyet verdiler! Hem de ne zaman ki, İsrailiyat; yani Yahudi ve Hristiyanların inanç, ahlâk, tarih ve efsaneye dayalı kültüründen İslâma karıştığı bilinen şeyler; Kitap ve Sünnetin bazı imalarına kaynak olacak duruma geldiler! Bazı mefhum ve kavramlarına bir vesileyle, mehaz ve menba olabilecek vaziyete yükseldiler!
Fakat bu, asla âyet ve hadislerin mânâ ve anlamları demek değildi. Eğer doğru olsaydılar, onların fertlerinden olmaları mümkün olurdu. Kötü seçimlerinden ötürü, başka bir mehaz bulamayan veya nazarını o tarafa çeviremeyen zahirperest / dış görünüşe önem verenler; bazı âyet ve hadisleri, o İsrail hikâyelerine tatbik ederek tefsir eylediler!
Halbuki, Kur’anı tefsir edecek, yine Kur’an ve sahih hadistir. Yoksa, hükümleri mensuh / kaldırılmış olduğu gibi, kıssa ve hikâyeleri dahi tahrif edilmiş olan İncil ve Tevrat değildir.
Evet, ayet ve hadisin manasını dolaylı yoldan doğrulayıp tasdik edici şey ile mana ayrıdırlar. Halbuki, dolaylı yoldan mana alanına girenler, asıl mana yerine konuldu. Çok defa mümkün şeyler, sanki olmuş gibi kabul edildi. Yani imkânlar vukuat ve olaylara karıştırıldı.
Hem de, ne zaman ki, Yunan hikmeti / felsefesi; Müslüman etmek için, Abbasi Halifesi Me’mun zamanında tercüme olundu. Fakat, pek çok esatir, mitolojik efsane ve hurafelerin menba ve kaynağından çıkan o hikmet / felsefe, bir derece bozulmuştu. Bu yüzden; saf Arab düşüncesinin içlerine girdi! Bir derece fikirleri karıştırdığı gibi, tahkikten taklide yol açtı.
Hem de abı hayat olan İslamiyetten; fıtrî anlama kabiliyetleriyle mana çıkarmaları kabil ve mümkün iken, o felsefenin talebeliğine tenezzül ettiler!