Sevgili okurlarım merhaba, Çarşamba pazarına gidiyorken yanından geçtiğim genç bir anne kucağında dünyalar güzeli bir bebeyle kaldırıma oturmuştu ve gelip geçenlere elini açıyordu. Yüreğim tarif edemediğim acılar içerisindeydi. Kafamın üzerinden kaynar sular dökülüyordu. Anne: “Ne olursunuz çocuğuma yiyecek alamıyorum. Elinizden ne koparsa yardım edin.” Dedi.   

Önce eğildim boncuk boncuk bakan zeytin gözlü yavruyu sevdim okşadım. O an sanki insanlığım, kadınlığım, kişiliğim ve yaşantım sorgudaydı. Hem yavrudan hem anneden utanarak avucuna bir miktar para sıkıştırdım. Gözlerim pazarın insanların kalabalığını görmüyordu. Omuzlarıma bir ağırlık çökmüştü. Anneyi ve yavruyu benliğimden atamıyordum. Bu anneyle yavru, badem gözlü yiğit babamı, elleri nasırlı güzel anamı, 1960’lı yıllarını, anavatanlarını bırakıp çocuklarına yuva yaptıkları baba-vatanım Hollanda’yı anımsattı hatırlattı!..

İkinci Dünya Savaşından çıkmış bir ülke ailede Türkçe dışında yabancı dil yok, babam ilkokul terk anamın okumuşluğu yok, buna rağmen Gurbet elde zoru başarmışlardı. Özenerek diktikleri fidanların yıllar sonra meyvelerini almayı sağlamışlardı. Ben bizim aileyi köyümüzdeki evimizin karşısındaki tek ağaca benzetiyorum. Kökü sağlam tek ağacın altında kardeşlerimle birlikte oynadığım yılları anımsıyorum, aradan elli yıl geçmesine rağmen hala dimdik ayaktaydı. Dört mevsimi bir arada yaşayan Afyonkarahisar’ın kışı bir başka, ilkbaharı bir başka, yazı bir başka, sonbaharı bir başka olurdu. “Afyonun kışı sert insanı mert olur” denmesi belki de köklerinin sağlamlığıydı!.. 

Peki, İkinci Dünya Savaşından çıkmış olan ülkeyi ırkından olmayan insanlarla birlikte inşa etmiş Anadolu aslanlarının kökümü kazınmıştı. Ekmeğini taştan çıkartan bu insanlar elli yıldır anavatanımda çalışmamışlar mıydı? 

Anneyle yavru bana kökenimi otuz üç yıl önce kucağımda korumaya muhtaç bir yavruyla çalışıp nasıl geleceğimizi hazırladığımı hatırlattı. Tuttuğunu koparan çalışkan bir Ulusun evlatları torunları çocukları olarak bu tembellik bizlere kimlerden miras kalmıştı? 

Hollanda’da kaldırımda başkalarına el açan insan ayıbı yoktu ve otuz yıl gibi bir süre içerisinde lüks yaşam seviyesine ulaşmışlardı. Köylerimizden büyük şehirlere göçün gerçek yüzü anneyle yavrusuydu. Oysa bizim altın değerinde topraklarımız pırlanta değerindeki yavrularımız işlenmemiş som altındı!.. İşleyecek insanlar pazara sürecek sarraflar neden bu kadar geç kalmışlardı?

Hani: “Elden gelen öğün olmaz, oda vaktiyle gelmez.” Diyorlar ya… 

Hiç kimsenin yaptığı iş aş mal mülk para altın tepsiyle sunulmuyor sunulmadı sunulmayacak. Çalışıp kazanmadan alın teri dökmeden emek vermeden bedel ödemeden bu dünyada kimseye yer yok. Yaşama şansı yok. Hayatın akışında kalanlar, yok olmaya mahkum insanlar, yok olmaya mahkum ülkeler fazla uzağımızda değiller, bizim için uzakta sandığımız sorunlar yarın bizim kapımızı çalabilir. Kaldırımda karşılaştığım anneyle yavru gibi sofrada bir kase çorbaya bir lokma ekmeğe hatta bir tas suya muhtaç olabiliriz. Ülkemizin en yüksek seviyeye ulaşması için önce çocuklarımızdan başlayarak her alanda çok çalışıp dürüst kazanmamız lazım, her şeyden önemlisi insan odaklı beyni yüreği temiz çalışkan nesiller yetiştirmeliyiz. Böylece sokakta bu genç anneler gibi kadınlar el emeği göz nuru alın teriyle kazanç sağlar ve vatana bayrağa devlete millete hayırlı evlatların yetişmesine vesile olurla ve de oluruz…

Sevgi ve saygılarımla