On-bir ay’ın Sultanı, mübarek Ramazan’ın hemen her yıl aziz ruhuyla arz-ı endam etmesi, bendenizi hem sevindirir ve hem de üzer.
Sevindirir çünkü, biz Hıristiyanlar da bu mübarek ay’da mutluluk duyarız. Dahası, Ermeni Cemaati hemen her Kadir Gecesi oruç tutar, bu mutluluk kervanına kendince katılmış olur ve unutulmasın ki, biz Türkiye vatandaşı konumundaki Hıristiyan Cemaatleri, Şark Hıristiyanları olduklarından; bir kulaklarında Çan sesi varsa, diğerinde de Ezan sesi mevcuttur!...
Bu olumlu nüansı fark edemeyenler; aslında İslâm’ı da bilmiyor ve hasbelkader bir Müslüman aileden dünyamıza gelmiştir o kadar!
Üzüntüme gelince!... Hemen her Ramazan’da beni üzen ki, günümüzde bir de TV’deki reklamlara, yerli dizilerdeki mükellef sofraların özene, bezene TV seyircisine sunulması!...
Reklamlardaki bilhassa şarküteri nevi yiyeceklerin pişiriliş ve canlı kimselere yediriliş şekilleri, kızlı, erkekli gruplar halinde gençlerimizin, meşrubatlarla birlikte seyirciyi imrendirmekten de öte, sarsak, sarsak hareketlerle sözde herhangi bir ürünün reklâmını yapmakta ve böylece seyirci ile alay ettiklerinin farkına dahi varmadan, şaklabanlıklarına devam etmektedirler!...
Dahası, hemen her şeye razı olup da, herhangi bir diziyi seyretmeye kalkışsanız, resmen yandınız demektir!... Zira sizin seçtiğiniz diziyi rahatlıkla seyredebilmekten yoksunsunuz da ondan!...
Hemen her Dizi’nin: (Başı, ortası ve sonu) olmak üzere, birer parça ancak izleyebilirsiniz. Çünkü, rağbet gören dizilerde daha fazla reklam olur da ondan!...
Gelelim, en önemli hususa ki asıl düşünülmesi icap eden bu faktördür. Ülkemizde on-binlerce yarı açı, yarı tok vatandaşlar mevcuttur. Bunların çoğunluğu en ucuzundan ki sadece adı Beyaz Peynir veya Zeytin’dir. Onu dahi alabilmekten yoksun kimseler, TV’lerdeki ihtişamlı sofraları gördüklerinde acaba ne düşünürler?...
Mübarek Ramazan’da oruç tutanların ekseriyetini de bu talihsiz kimseler teşkil eder. Ha unuttum! Ramazanlarda kurulan yemek çadırları vardır ve hayli büyük olan bu çadırlarda, fakire, fukaraya ücretsiz yemek verilir. Ancak, mezkûr çadırların kim veya kimler tarafından kurulduğu, çadırın ön girişi veya yanlarında büyük boy yazılarla hayırsever kişi veya kuruluşun adı yazar. Dahası, TV’lerde de ayrıca çadırlarda Oruç açanların yemek yedikleri an, umum efkâra gösterilir.
Şimdi sormak lâzım; “bu icraatın neresi hayırseverliktir!..” Öyle fakir vardır ki, mezkûr çadırlara gitmeye dahi utanır ve zorla gider. Atlarımız ne buyurmuş: “Sadaka da ibadet de” alanla, veren arasında kalmalıdır.
Mübarek Ramazan’ı karşılayan toklar, acaba açları düşünmekte midir? Hiç sanmıyorum. Şayet öyle olsaydı TV’nin reklamlarında, hiç olmazsa bu mübarek ay’da olsun fakir, fukaralara daha saygılı davranılırdı.
Bir zamanlar on-bir ayın Sultanı mübarek Ramazan’a kavuşuldu mu; “ah nerede o eski Ramazanlar, eski direkler-arası eğlenceleri...” nakaratı tutturulur ve Radyolar, daha sonra TV’ler bu saçmalığı uzatır durur ve de oyun havaları da çalındı mı, sözde Bayram kutlanmış olurdu.
Şimdi düşünmemiz lâzımdır; mübarek Ramazan ayı’nın eskisi, yenisi olur mu?... Tabii ki olmaz. Ramazan herhangi bir cisim değildir ki, zaman içinde değişiklik göstersin.
Değişen biz fanilerdik ve değişe, değişe öz benliğimizi yitirerek mübarek oruç ay’ını bir tatil ay’ı şekline sokarak, ya yurt içi veya yurt harici tatillere vesile kıldık.
Şeker Bayram’ında evimizde olmadığımız için; ne gelen olur, ne de giden. Mübarek Camilerimizi sabahın erken saatlerinde dolduran, ibadet için yek diğerini sıkıştıran yine o hor görülen fakir ve esnaf sınıfı olmaktaydı ve de çok  şükür hâlâ olabilmektedir!..
Bayram namazından sonra, aile büyüklerinin ellerini öpüp, hayır duası alanlar, yine aynı sınıfların insanları olmaktadır.
İbadet ay’larını dahi, maddi kazanç kapusu şekline sokanların ne İslâmiyet ve ne de Hıristiyanlıkla uzak, yakın bir ilişkileri yoktur ve zaten olamaz da! Ancak, her şeye rağmen 1940’lardan itibaren Ülkemizin bütününe tesir edebilecek bir güce erişebilmiş ve zaman içinde istediği noktaya erişebilmiştir...
Zaman zaman, sözü edilen, “Sur-İçi İstanbul’unun” meşhur Direkler-Arası, Osmanlı’nın başlıca san’at ve eğlence mahali idi! Ancak, Cumhuriyet devrine girildiğinde, başlıca özelliklerini çoktan yitirmiş, küçük çapta değişikliklere uğramış, meşhur Tiyatrolar, Sinema salonuna çevrilmiş, böylece o tarihi semt, asıl kimliğinden çok şey yitirmişti.
1940’lı yıllarda Şehzade Sinemaları sinema olarak, adeta altun devrini yaşamaktaydı. Ancak, durumu telakkiye bağlı olduğundan, biz, çocuk müşteriler hayli tedirgin olmaktaydık. Zira, büyük bir istimlâk hareketi olacağı söylenmekte ve iş yeri Sinemalara yakın olan dükkâncılar tabii olarak bu durumdan rahatsızdı. Biz çocuklar ise; “Sinemalarımızın kaybolmasından” korkmaktaydık!...
Nitekim, korkulan durum zuhur etmeden, Bâyezid yönünden bakıldığı zaman Şehzade-başı girişinde sağlı, sollu iki tarihi Sinema salonu vardı. Sağ tarafta bulunan ve adı “FERAH SİNEMASI” olanın arka tarafında çocuklar için Bayram yeri tesis edilmiş ve semtin çocukları dilediklerince istifade edebilmekteydiler.
1933-1953 yılları arası, İstanbul insanı, henüz problemli bir dönemin tutsağı olmamış, mütevazı varlığını sürdürürken, daha sonraki yıllarda tutumu külliyen değişmiş, 1955-1957 İstimlâk hareketinden sonra ise ipin ucu tamamen kaçmış, 1965 ise, siyasî hareketlerin çok yönlü olmakla birlikte, uç noktaların sür’atle ön plana çıkmasıyla (Komünizm ve Faşizm) meydanı uygun bulan dini ekol da kendi açısından harekete geçmiş ve böylece İstanbul başta olmak üzere muhtelif görüşler; büyük şehirlerde boy göstermeye başlamışlar, 1970’ler ise doruk noktasına erişmiş ve 1971 “ara devriminden” sonra, 1979 ve 1981 devrimleri ise, halkı bir nebze olsun kendine getirmiş ve fakat, istikrarlı bir hayat hiç bir şekilde sağlanamamıştır... İçinde bulunduğumuz (24 Haziran 2015) ayı dahi ülkemizde tam bir huzurlu dayanışmaya öncü olamamıştır!..
Mezkûr, tehlikeli gidişi kesin olarak durdurabilecek yegâne kuvvet: “Bir an önce Millî Birlik ve Beraberlik” ilkesidir ve harfiyen kabul edebilmemize bağlıdır!... Ne var ki, ırki ayırım, dini ayırım gibi morlu inanç ayırımcılığı, ne acıdır ki, böylesi güzelliklerin karşısına dikilen kahredici bir tarzda varlığını sürdürebilmektedir!...
İstanbul’da hemen her şekilde köklü bir değişime gidilmesi; olsun Dini ve olsun Millî Bayram’larda, bilhassa çocuklarımızı sevindiren Bayram şenlikleri yapılan arsalar, “beton şehirciliği” akımıyla tarihe karışmış ve böylece çocuklarımız, “Bilgisayar oyunlarının” adeta kölesi olup çıkmıştır. Bu durum ise, ülkeleri içten fetheden günümüz Emperyalistlerini pek ziyade sevindirmektedir.
Bilgisayar oyunları ve İNTERNET aracıyla sadece çocuklarımız değil, aynı zamanda bütün bir aileyi zihnen esir aldıklarını, defaten yazmış ve de yazmakta berdevamız!...
Ülkeleri içten fethetmek isteyen dünyevi güçler; umum milletleri örf ve ananelerinden koparabilmek için, her nevi melaneti yapmakta, aile hayatı yaşantısının temeline dinamit koymakta ve böylece hükümlerini sürdürebilmektedirler!..
Sur içi İstanbul’u bu gaye ile ucube bir Şehir durumuna getirilmiştir!... “Kültür değişmelerine” tabi kılınarak şehrin asıl halkı tarihi bölgelerden sür’atle uzaklaştırılmış, yerine ise, bu tarihi belde’nin aslı kimliğini tam olarak bilmeyen, taşralı kimseler yerleştirilmiş ve böylece, istimlâk dönemi, art niyetlerini rahatlıkla tatbik sahasına koyabilmişlerdir.
Günümüz İstanbul’unda Selâtin Camileri ile bir kaç Saray, Köşk ve Yalı dışında, tarihi değer taşıyan hiç bir nesne kalmamıştır. Ülkenin münevver tabakası ise yerini sadece para babası olanlara bırakmak mecburiyetinde kalmamış, bırakılmıştır!..
Kum-Kapu, Kadırga’nın meşhur “CİNCİ MEYDANI” ki, semt ve civar çocuklarının asla unutamadıkları bir “Bayram ve Futbol” mahal’i idi. Adı üstünde “Cinci Meydanı” Bayramlarda; İp-Cambazı, Atlı-Karınca, Tüfek atış poligonu, Bayram arabaları ve muhtelif yiyecek satıcıları vs. hakiki manada bir Bayram yeri olurdu.
Günümüzde ne Bayram yeri ve ne de Cinci Meydanı mevcut değildir. Bayramlarda semt çocukları, sadece aile büyüklerinin değil aynı zamanda semt Bakkalı, Berberi ve komşu büyüklerinin de ellerini öper ve böylece helallik alarak Bayram arabalarına koşarlardı.
Keşke o ortam günümüzde de olabilseydi!... Diyelim ki, oldu. Peki, insanlarımız aynı mutluluğu bulabilecek miydi?.. Hayır hiç sanmıyorum. Zira, günümüz toplumları: “Kültürlü, Zengin ve esnaf” tabakalarından yoksun: “Tok ve Aç” gibi bir diğerine zıt iki sınıftan müteşekkil bir toplum oluşturmuşuz.
Tok olan kesim ise; ticaretin hemen her nevi ile haşır neşir olan ve de maddiyattan gayrı hiç bir güç tanımayan kapitalistlerden kurulu bir kesimdi ki, son derece fakir ve bir kısmı da fukara kesim için parmağının ucunu dahi oynatmayacak derecede gaddardı!... Dolayısıyla, Ramazan gibi mukaddes bir ay dahi, o kesim için sadece bir kazanç vasıtası idi.
İşte gerçek Müslümanların dışında kalan ve hayli nüfus teşkil eden iblis zümre. Ne acıdır ki, İslâm âlemine ve Hıristiyan dünyasına hükmedebilecek güce erişebilmiştir.
Bırakalım da bu hususta son sözü dünyaca ünlü İslâm bilim adamı ve Şairi Ömer Hayyam söylesin:
“Bir elde kadeh, bir elde Kur’an,
Bir helâldir işimiz bir haram,
Şu yarım yamalak dünyada,
Ne tam Kâfiriz, ne Müslüman!...”
Saygıdeğer okuyucularım! Kendilerine saygı duyduğum duayen Yazarlardan, üstat Çetin Altan’ın buyurmuş oldukları gibi: Her şeye rağmen enseyi karartmayalım; Yarınlar neler getirir bilinmez?...
Hürmet ve saygılarımla mutlu Ramazanlara!