Rabbin seçilmişlerinden olan Rıza Efendi için Refi Cevad Ulunay bir yazısında şöyle yazmıştı: “Rıza Efendi; Sükuti Dede, Adamol Mehmed Efendi gibi Velilik mertebesine ermiş meczuplardandır. Mesnevi’yi şerheden Ahmed Avni Bey merhum, bir mecliste Mesnevi’den bir beyit için: * Bu beyti bana Rıza Efendi şerheylemiş(açıklamış)tır, dedikten sonra hakkında mufassal (geniş ve detaylı) malumat vermiştir.” Ulunay merhumdan dinlediğimize göre, Rıza Efendi, meczuplar gibi harabati idi. Beyazıd’da Kahveci Ali Efendi’nin kahvesine sık sık gider otururdu. O devirde bilardo oyunu İstanbul’da moda olmağa başlamış, bazı gazino ve kahvehaneler yeni yeni oyun masası edinmişti. Kahveci Ali Efendi’nin de vardı. Meraklı müşteriler “Serasker Kapısı” olan şimdiki Üniversite binasındaki subaylardı. Fırsat buldukça kahveye gelir, bilardo oynarlardı. Rıza Efendi de aynı kahveye gelir, bir kenarda sessiz otururdu. Bilardo meraklılarından bir Kurmay Binbaşı, bir gün kahveciye Rıza Efendiyi ima ederek: * Böyle herifleri neden buraya alırsın? demiş, kahveci şu mukabelede bulunmuştu: * Efendim, zararsız bir insandır, ona buradan git, gelme diyemem! Bir kenarda oturur, bazen bir kahve içer, çubuğuna tütün koyarım. Kah erkenden gider, kah kahve kapanıncaya kadar oturur. Bazen gitmez, o vakit kapıyı üstüne kilitler giderim! Sabah gelip kilidi açtığımda kendisini bulamam! Bundan dolayı kalbini kırmam, kıramam. Kurmay Binbaşı bu sözlerden ne anlar bilinmez, fakat iyiden iyiye meraklanır. Ve bir akşam geç saatlere kadar kahvede oturarak Rıza Efendiyi takibe azmeder. Kahve kapanacağı zaman Rıza Efendi kalkar. Binbaşı da peşine düşer. Şehzadebaşı’nı geçerler. Edirnekapı’ya gelirler. Kale dışına çıkarlar. Rıza Efendi epey önden gitmektedir. Derken mezarlığa girer. Zifiri karanlıkta ilerler. Binbaşı da eli tabancasında takiptedir. Selvilerin korkunç uğultusuna rağmen Rıza Efendinin sesi duyulur. “Esselamu aleyküm!” Selam, mezarlardan alınır. “Ve aleykümüsselam!…” Binbaşının bütün kanı çekilmiş gibidir. Fakat merak yakasını bırakmaz. Bir kenara sinmiş dinlemektedir. Bir ses: “Ey ihvan! diye başlar, devam eder. Bu gece Moskof keferesinin Ehl – i İslam’a olan teadisinden (düşmanlığından) bahsedelim. Bu kafire ders vermek gerekir. Ne çare ki devlet o kudrette değil!” Bir başka ses: “Öyleyse, der, ona Japonya’yı musallat edelim…” Binbaşı gerisini dinlemeden oradan yavaşça uzaklaşır, evine döner. Ertesi gün neticeyi arkadaşlarına nakleder. Subaylar, Ali Efendi’nin kahvesine koşarlar. Bir kenarda çubuğunu çeken Rıza Efendi’yi sessiz sessiz seyrederler. Kendileri bir şey sormazlar, ondan bir hareket beklerler. Rıza Efendi çubuğunu bitirir, ağır ağır ayağa kalkar, gözleriyle Binbaşı’yı arar. Ve ona eliyle: “Gel!” işareti eder. Binbaşı heyecanla yaklaşır. Rıza Efendi: “Paşa, der, Rus – Japon harbine hazır ol!…” Herkes olduğu yerde donmuştur. Rıza Efendi bu bir sözden sonra kahveden çıkar, gider… Sene 1904…Rus – Japon harbi patlak vermiş, sonunda Rusya mağlup edilmiştir. (Tasavvuf Aleminden, Ayten Lermioğlu, İstanbul – 1974 s: 156 – 158) X Çünkü Osmanlı Devleti’nin başkenti olan İstanbul; 20. asrın başlarında İslam Medeniyeti’nin - özellikle - kültürel alanda, diğer İslam şehirlerine nazaran - çağa ayak uydurmada - hızla ilerleyip parlayan bir şehriydi. İslam Alemi’ne sayebanlık yapan, gölgelik eden; onu her türlü tehlike karşısında koruyup kollayan bir devletin payitahtı / başşehriydi. Aynı zamanda Darü’l - Hilafe yani, Hilafetin; Padişahın şahsında kendisinde temsil edildiği; hem maddeten hem manen yükselişte olan muhteşem bir şehirdi. Tahtta ise Osmanlı Devleti’ni ve Alem-i İslam’ı dirayetle temsil edip idare eden, çok kudretli; Türklerin Padişahı, Müslümanların Halifesi Ulu Hakan Abdülhamit Han Hazretleri bulunmaktaydı. Alem-i İslam iki dudağının arasından çıkacak emirlerin yerine getirilmesine amade bir haldeydi. Adı, Afrika’nın içlerinde hutbelerde okunmakta, Müslümanlar kendilerini kalben ona bağlı hissetmekteydiler. Ta uzak Asya ülkelerinde, hakeza Halifelik etkisi kendisini göstermekteydi. Çünkü İttihad-ı İslam’ın banisi / kurucusu nasıl ki, Yavuz Sultan Selim Han ise, onu en son ve en iyi şekilde icraat safhasına sokan da, Cennet - Mekan Sultan Abdülhamit Han idi. Nitekim, sömürge olarak Hindistan’ı elinde bulunduran İngiltere; Abdülhamit’in gölgesi; Demokles’in Kılıcı gibi üzerinde sallandığını görmekte; içten içe O’na karşı büyük bir kin ve düşmanlık beslemekteydi. Ama ne yazık ki, bu vasıfları taşıyan devlet; maddeten ihtiyardır. Hastadır. Ayakta kalma mücadelesi vermektedir. Koca Osmanlı Çınarı’nı içerden kemiren kurtlar çok yol kat’etmişler!..Devleti zayıf düşürmeye muvaffak olmuşlardı. Hele dışardan alenen / açıkça maruz kaldığı sadme ve sarsıntılar; Koca Osmanlı Çınarı’nı takatsiz bırakmış; O’nun geçmişten bugüne kadar uzanan Allah’ın dinine yardımcı oluş keyfiyeti; İlahi yardımın kendisinden esirgenmemesine yol açmıştır. Bundan dolayıdır ki, Osmanlı Devleti - sırasında - manen ve maddeten kollanmış ve gözetilmiş; O’nu parçalamak için pusuda bekleyenlere son anda fırsat verilmemiştir. İşte yukarıdaki alıntıda; Osmanlı Devleti’nin indallah / Allah katındaki makbuliyet ve değerini müşahhas / somut bir şekilde görüyor; İlahi tecelli karşısında secdelere varıyor; ne kadar şükretsek azdır diyoruz. Unutulmasın ki, çeşitli hikmetlere binaen, zahiren dünya üstünden çekilen Osmanlı Devleti yerine, onun merkez topraklarında; yine Allahın inayet ve yardımıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti doğmuş ve tarihteki asli yerini almıştır. Emin olunuz ki, Türkiye Cumhuriyeti de aynı İlahi inayet altındadır. Zira: “Rahmet-i İlahiyye’den ümid kesilmez. Çünki: Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur’an’ın hizmetinde istihdam ettiği (yani hizmet ettirdiği) ve ona bayraktar (yani önder) tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat (geçici) arızalarla inşallah perişan etmez (yani etmeyecek). Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir (yani görevini devam ettirecek).” Nitekim, Şeyh Sait isyanında, devlete isyana kalkışan Şeyh Said’e: “Türk Milleti asırlardan beri İslamiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardaşız, kardaşı kardaşla çarpıştıramayız. Bu şer’an (yani dinen) caiz (ve doğru) değildir. Kılıç harici (dış) düşmana karşı çekilir. Dahilde (yurt içinde) kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegane (tek) kurtuluş çaremiz, Kur’an ve iman hakikatleriyle, tenvir (aydınlatmak) ve irşad etmek (yol göstermek)tir. En büyük düşmanımız olan cehli (cehalet ve bilgisizliği) izale (ve yok) etmektir. Teşebbüsünüzden (isyan girişiminizden) vazgeçiniz. Zira akim kalır (sonuç alamazsınız). Birkaç cani yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef olabilir.” Denilerek, isyandan vazgeçmesinin istenmesi; bu büyük hakikatin somut bir kanıtıdır. Ya bugün; Mehmetçiğe kurşun sıkanlar; nasıl bir manevi ve tarihi yanılgı içinde olduklarını bir düşünseler, ahh bir düşünseler…Nasıl bir çıkmazın içinde olduklarını bir bilseler, ahh bir bilseler…Anlayacaklar ve kendilerini yol yakınken kurtarmış da olacaklar. Yoksa şairin dediği gibi: “Ölmez bu vatan farz-ı muhal ölse de hatta, Çekmez kürenin sırtı, bu tabut –ı cesimi!...”