Bazıları bahane arıyor! Kafa tutmak, mes’ele çıkarmak, hiç yoktan halkı huzursuz etmek ve bulanık suda balık avlamak için fırsat kolluyor! Sırf kendileri için söylenmeyen sözlerden alınıyorlar! Kendilerine yersiz olarak pay çıkarıyorlar! Daha doğrusu dış dünyanın, malum mihrakların alaka ve ilgisini çekmek, onlara gökte aradıkları fırsatı yerde vermek için yanıp tutuşuyorlar! Nasıl etsek de, özellikle AB ülkelerinin dikkatlerini üstümüze çekebilsek diye aranıp duruyorlar! Türkiye aleyhinde onlara bahane bulmak üzere her yolu deniyorlar! Onları biraz daha Türkiye karşıtı birer ülke haline getirmek uğrunda, her şeyi göze alıyorlar! Halkın güç durumlara düşmesini dahi hesaba katmıyorlar! X Bu seferki çıkış; Genel Kurmay’ın halka son bildirisinde yer alan Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene.” Veciz sözünün kendilerine zorla söyletilemeyeceği hakkındadır. Şayet bu söz: “Ne mutlu Türk olana.” Şeklinde ifade edilip de, bunu ikrar ve tasdik etmeye icbar edilseydiler, itirazlarında ve bu sözden alınmakta haklı olabilirlerdi. Dikkat edilirse bu söz; kendileri aslen ve ırken Türk olmayanların -istedikleri takdirde- sarfedecekleri bir ifade olarak karşımıza çıkmaktadır. Yoksa sanıldığı gibi kimseden menşe ve kökenini inkâr etsin, istenmiş olmuyor, bu bir. “Ne mutlu Türküm diyene.” Sözüne karşı çıkan; aslında kendine karşı çıkıyor! Kendini yalanlıyor demektir! Bu iki. Çünkü Türkçe’yi konuşmakla, Türkçe’yle hitap edip seslenmekle; dinleyenlerin de söyleneni anlaması yani Türkçe’yi bilmeleriyle -başka nece bilirlerse bilsinler-, bu sözü manen söyledikleri ve tasdik ederek doğruladıkları bir hakikattir. Zira dil, konuşanın milliyetini de gösterir. Aynı lisanı, aynı dili konuşanlar zımnen / dolayısıyla bu sözü söylemiş ve anlamını benimsemişler demektir. Hemen belirteyim ki, bu cümleyi telaffuz etmekle / bu ifadede bulunmakla, bu kimseler; gerçekte mensubiyetlerini, kökenlerini inkâr etmiş, ne olduklarını unutmuş veya onlara asılları unutturulmuş olmuyor. Ya ne oluyor? İçinde bulundukları ana unsurun bir parçasını teşkil ettiklerini, tasdik ve te’yid etmiş oluyorlar. Hani derler ya, konuş da ne olduğunu anlayayım. Çünkü konuşulan lisan, konuşanın milliyetini de gösterir, belli eder. Nitekim Hz. Muhammed’e sorulur: “Arab kimdir ya Resulallah?” Cevap verir: “Arapça konuşandır.” X Bu sözü sarf etmekte, Türk Milleti’nin bir parçası olduğunu tasdik ve kabul edişin mana ve inceliği vardır. Kendini manen onun bir parçası ve onun mütemmimi / tamamlayıcısı olduğunu derk edip anlamak ve anlatmak ve lafzen / sözel olarak da bu hissi ifade etmek vardır. “Ne mutlu Türküm diyene.” Demek; ne olursa olsun, kendini nasıl ve ne hissederse etsin; kendisini, dünya efkar-ı umumiyesi / kamu oyu karşısında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin birinci sınıf vatandaşı olduğunu idrak etmenin / algılamanın bir ifadesidir. X Türk’e karşı, bu ne kin! Bu nasıl nefret! Oysa bu söz; Türkler için değil, aslen Türk olmayanlar veya kendilerini Türk olarak bilmeyenlerin söyleyebileceği bir söz olsun diye ortaya konmuştur. Bu sözü telaffuz edenler; kendilerini inkâr değil, aksine nasıl bir milletin içinde yer aldıklarını, nasıl şerefli, asil ve mübarek bir milletin yanında bulunduklarını ve böyle bir milletle bir ve beraber olarak nasıl bir istikbal ve geleceğe doğru kader birliği yaptıklarını ifade etmiş oluyorlar. Kendilerini ayrı gayrı görerek, geniş kitleleri şüphe ve tereddütlere düşüren bu sayılı kişiler; neyin peşinde ve kimlerin arkasında olduklarını hiç düşünmüyorlar mı? Veya herkesi kör, âlemi sersem mi sanıyorlar ki, çok vahim, hatalı mı hatalı çıkmaz bir yola girmiş bulunuyorlar! Masum halkı da peşlerine takmak istiyorlar! X Nitekim, tüm Türkiye halkının gönül gönüle ve el ele vermesiyle Milli Mücadele’yi / İstiklal Savaşını yapan bütün Türkiye halkına Türk Milleti denir, şeklinde tespitte bulunan da Atatürk’tür. Bu tespiti yaparken; Türkiye’de başı çeken lokomotif hükmünde olan Türklerle beraber, değişik menşe’ ve kökenden gelen fakat hepsi de Müslüman olan, tabii / doğal bir süreç sonunda asliyetlerini unutmadıkları, inkâr etmedikleri halde, Türkleşen birçok kavim vardır demek istemiştir. Kaldı ki, sadece Müslüman unsurlar değil; Ermeni, Rum ve Yahudi gibi Hıristiyan anasır da asliyetlerini unutmadıkları, dinlerini bırakmadıkları halde; onlar da -bir bakıma- Türkleşmişler ve Türk milletini teşkil eden diğerleri arasında yerlerini almışlardır. Nitekim onlar da, anadillerine ek olarak gayet güzel Türkçe konuşup, Türkçe yazabilmekte, iki dilde gazete çıkarabilmektedirler. Ayrıca yemek kültürü, yaşayış ve davranışta nice ortak taraflarımız oluşmuştur. Camiyle, Havra ve kilise; her yerde yan yana, çatışmasız bir şekilde karşımıza çıkmakta, aynı milleti teşkil ettiğimiz için, sürtüşmeksizin varlıklarımızı asırlarca devam ettire gelmişiz. -Tabii Batı’nın içimizde uyandırdığı fitneler sonucu, muvakkaten / geçici olarak yaşanan acıklı / feci’ hadise ve olaylar istisna teşkil eder.- Nitekim, birçok tarihi yapılarımızın mimarları ve bir çok bestekarlarımız Ermenidir. Kamus-ı Türki / Osmanlıca Türkçe Sözlük ve Osmanlıca ansiklopedi olan Kamus-ı A’lam Arnavut asıllı bir Osmanlı-Türk vatandaşı olan Şemseddin Sami’nin eserleridir. Bu örnekleri her alanda çoğaltmak mümkündür. X Şimdi bu kadar kaynaşmış ve birçok bakımdan aynileşmiş bir kitleye “Millet” denmez de ya ne denir? Kaldı ki, her zaman yazdığımız gibi, millet tek bir ırk ve kavimden oluşmaz. Değişik unsurların bir bileşkesi ve manevi bir birlikteliğidir. Sentez ve terkiptir. Ayrışmaz bir bütündür. Müslim ve Gayrimüslimi bünyesinde cem eden, onları -kendi özelliklerini muhafaza etmelerini tabii / doğal karşılayarak- peşine takan ve onlara maddi-manevi lokomotiflik yapan Türklerin; millet ismi olarak öne çıkmalarına tahammül edemeyenlere ne demeli? Türkün; tarihin verdiği, tarihi isim hakkını ona çok görenler, nasıl bir kadirşinaslık örneği verdiklerinin acaba farkında mıdırlar? X Kendi vatandaşını, kendi insanını, kendi dindaşını; kendinden bilmeyen böyle bir örneğe, dünyanın başka neresinde rastlanır acaba? Öncesi de var ama, kalın çizgilerle, Türklerle Kürtlerin can ciğer kardeş olduğu, kız alıp verdiği, en az bin yıl beraber yaşanan müşterek tarihle sabit ve kesindir. Allah aşkına biz, birbirimizle kardeş olmayacağız da, Amerikalı, İngiliz ve İsrailliyi mi kardeş bilip, kardeş belleyeceğiz? -İnsan olarak bütün insanların kardeş oluşu ayrı bir husustur.- “İnneme’l-mü’minune ihvetün.” / “Mü’minler / İnananlar kesinlikle kardeştirler.” (Hucürat Suresi: 10) İlahi buyruğu başucumuzda asılıyken; Bosna’yı, Irak’ı, Filistin’i, Karabağ’ı, Afganistan’ı kan gölüne çevirenleri mi kardeş bilecek (!), ellerinden tutacak (!) ve onlardan destek alarak (!) aziz ecdadın kemiklerini sızlatacaksınız? Ellerinize tutuşturdukları silahlarla öz kardeşleriniz Türklere karşı nasıl kurşun sıkacaksınız? X Mensup olduğu millete olan aidiyetine soğuk bakan ve baktırmak isteyen; sahibi bulunduğu devleti, kendisinin saymayan; askeri, Mehmetçik / Muhammedçik olan ve kendilerinin de saflarında yer aldığı ordusunu, ordusu diye kabullenmeyen garip kişilerin çıktığı başka bir ülke; yeryüzünde her halde bizden başka yoktur! Zaten olamaz da! İşte Türkiye’nin farklı oluşunun bir başka tezahür, görünüş ve zuhurundan biri de, bu olsa gerek!.. X Bu millet; saflarındaki kader birliği yaptığı mü’min kardeşleriyle, onlara bayraktarlık yaparak, onlara öncü ve rehber olarak, tüm insanlık için, asırlarca yaptıkları ortadayken; böylelikle tarihe kendisini altın harflerle yazdırmışken, böyle bir maziyi elleriyle iterek Türk ve İslam düşmanlarıyla kenetleşmek neyin nesidir? Bu nasıl bir bakıştır? Türkler ki, Türk ve aslen Türk olmayan fakat Türkleşmiş Türklerden müteşekkil / meydana gelmiş olan bütün bedenin başı ve aklı mesabesinde ve yerindedir. Beden ise baş ve vücuttan ibarettir. Baş olmayınca, ceset çürümeye ve yok olmaya mahkumdur. Nasıl ki, ruhu çıkan vücut yere yığılır… Bu topraklardan İslam’la mecz olmuş / kaynaşmış Türklük / İslamlık ruhunu -çünkü milliyetimiz İslam, aklımız Kur’an’dır- bedenden attığımız an; Anadolu kimseye yar olmaz! Olsa olsa küffarın İslam ve Türk cesetleri üstünde cirit attığı bir arena olur! Buna sebep olanlar ise İndallah / Allah katında mes’ul / sorumlu olur. Yakalarını her iki dünyada İlahi tokattan kurtaramazlar!