Öncelikle sizi tanımak isteriz. Çağdaş Suseven kimdir?

1975 yılında İzmir’de doğdum. Kıbrıs Gazisi bir babanın iki oğlundan biriyim. Çok küçük yaşlardan itibaren en büyük idealim şarkıcı olmaktı. Beş yaşındayken sorduklarında bile “Ben, şarkıcı olacağım.” derdim. Tüm okul müsamereleri, etkinlik ve bayramlarda sahneye çıkardım. Çocuk şarkıları değil, Eski Türk sanat müziği şarkılarını söylerdim. Zaten sevmezdim çocuk şarkılarını. Altı yaşındayken bir etkinlikte sahneye çıkmış, ‘Söyleme Bilmesinler’ şarkısını söylemiştim. Trt sanatçılarından rahmetli sunucu Güneri Tecer çok şaşırmış ve babama; “Bu çocukla ilgilenin.” diye tavsiyelerde bulunmuş.

Müzik kariyeriniz nasıl başladı? Size öncülük etmiş isimler var mı?

Liseden sonra Ege Üniversitesi Devlet Türk Musikisi Konservatuarı Ses Eğitimi bölümünü kazandım. Sınava giren yaklaşık 1000 kişiden sadece 12 kişi kazanmıştık. İlk iki seneden sonra İstanbul’a gitmek ve aklımdaki projeleri orada gerçekleştirmek istedim. İTÜ Devlet Konservatuarına yatay geçiş yapan ilk kişiydim. Beni tekrar sınav yapmışlardı hatta. Henüz 19 yaşındayken bir elimde bavul, bir elimde tamburumla tek başıma geldim bu şehre. Kimsem yoktu. Çok çileli, sıkıntılı aylar geçirdim. Yalnızdım, işsizdim, parasızdım ama umutsuz değildim. Kendime çok güveniyordum, bir de Rabbime olan sığınışımla oluşan inancım çok büyüktü. Biliyordum ki; O bana yardım edecek. İstanbul’daki dördüncü ayımda bir arkadaşımın vesilesi ile o zamanlar Beylerbeyi Seaport ‘ta sahne alan Behiye Aksoy, Sevim Tuna ve Müzeyyen Senar’ı kapı kenarından izlemeye gittim. “Belki görür, tanışırım.” Diye düşünüyordum. Tamburum da yanımdaydı, tamburumu büyük tamburi Ercüment Batanay’a göstermek, onunla tanışmak istemiştim. Saygılı duruşum, hayranlığım ve içtenliğim sayesinde beni sevdiler ve yine bir vesile ile Sevim Tuna ve Behiye Aksoy’a vokalist yaptılar. İlerleyen dönemlerde yine bir vesile ile tanıştığım birtakım kişiler beni Raks firmasına götürdü, sesimi Halil Karaduman ve Muzaffer Özpınar hocalara dinlettiler. Halil Karaduman ve Muzaffer Özpınar, sesimi çok farklı ve değişik bulup hemen albüm sözleşmesi imzalattılar. Nasıl mutluydum, anlatamam. Jetonlu bir kulübeden annemi aramış, ağlayarak “Başardım anne!” demiştim. Raks, yaşımın küçük olması sebebiyle bana yatırım yaparak sahne tecrübemin artması ve gelişmem için önce Emel Sayın ve Bülent Ersoy’a vokal yaptı beni. Geleli henüz altı ay olmuşken en büyük sanatçılarla çalışan ve para kazanan biri olmuştum. Emel Sayın beni her programda sahneye çıkarıp “Gelecekte çok önemli bir yıldız olacak.” diye lanse etti. Bülent Ersoy ile hem televizyon programlarına çıktık hem de birçok konserde sahne aldık. Paris’teki ‘Olimpia’ konseri en önemlisiydi. Fakat vaat edilen albüm bir türlü çıkmadı, ben de vokal olarak kalmak istemedim. Raks’tan ayrıldım. Sene 1999’du, konservatuar da o yıl bitmişti. Tanıştığım birileri vasıtasıyla da ilk albüm çalışmam için anlaştım. Halil Karaduman ile çalışmaya başladık. Bana yıllardır okuyacak erkek solist bulamadığı için beklettiği ‘Leyla’ şarkısını verdi, “Bu senin çıkışın olacak.” dedi. Haklıydı, bir anda zirvelere çıkardı beni. Sene 2000’di, İstanbul’a gelişimin altıncı yılıydı. Sokaklarda tanıyorlar, imza alıyorlardı. Türk müziğindeki erkek sesi boşluğunu o yıllarda ben doldurmuştum sanki. Birçok konsere ve televizyon programına çıkıyor, adımdan bahsettiriyordum. Sonrasında askerlik vazifem geldi. Bu, maalesef beni piyasadan kopardı. Dönüşümde her şeye en baştan başlamak zorunda kaldım. İkinci albümü beş sene sonra çıkarabildim. O albümle de Kral Tv Müzik Ödülünü kazandım. Konserler devam etti. Askerlik dönüşü evlendim, bir oğlum oldu. Daha mazbut bir aile hayatı içinde sadece sahneme devam ettim. Magazinden ve gündemden uzak bir yaşamı tercih ettim. “En büyük servet, evdeki huzur.” diye düşünmüştüm.

İki yıl aradan sonra, Halil Karaduman imzalı ‘Leyla’ adlı tekli çalışmanız müzikseverle buluştu. Bu çalışmanın kararını nasıl verdiniz?

Aslında başka bir şarkı ile çıkacaktık fakat yaz dönemi gelince hareketli bir şarkıyla çıkmak istedim. Yıllardır içimdeydi. Halil Hocamın bana verdiği ve benim tanınmama vesile olan bu şarkıyı 20 yıl önce remix yaparak gençlere nasıl sevdirdiysem, 20 yıl sonra da günümüz gençliğine günümüz sounduyla tanıtmak istedim.  Böyle bir çalışma çıktı ortaya.

‘Leyla’ şarkısının vermek istediği mesaj nedir?

Leyla ve Mecnun aşkın simge isimleridir. Tüm âşık erkekler bir Mecnun, âşık olunan kadınsa bir Leyla’dır. Tüm sevenlerin kavuşmasını dilerim ama her seven kavuşsaydı o zaman aşk olur muydu, onu da bilemiyorum tabii.

Şarkı, Işık Sam Saylav yönetmenliğinde kliplendirildi. Klip çekimleri nasıl geçti?

Klip, benim daha önceki kliplerimden çok farklı bir konseptte çekildi. Hareketli, pop şarkısı haline gelmiş, içerisinde enerji bulunduran ve hüznü olmayan bir şarkı. Halbuki eski çalışmalarımda hep daha slow, daha dingin, daha duygulu çalışmalar çıkarmıştım. Adapte olana kadar biraz zorlandım açıkçası. Çekim ekibindeki arkadaşların sıcak enerjisi ile adapte oldum, alıştım. Klipte çok yakın arkadaşlarım da bana eşlik ettiler. En önemlisi; keman çalan kişi oğlum Yegah. Yeni başladı keman çalmaya ve bir anı olsun diye klipte onun da olmasını istedim. Leyla’nın ilk versiyonunda kardeşim de klipte oynamıştı. Bu versiyonda da oğlum oynadı.

Çekimler, nerede ve ne kadar sürede gerçekleşti?

Çekimlerin büyük bir bölümü Pendik Green Park Otelde, yakın plan şarkı okuma sahneleri ise Işık Beyin stüdyosunda gerçekleşti.

Klip çekimlerinde aksilikler yaşandı mı?

Evet, tabii ki… Aksilik yaşanmayan iş olur mu hiç? Fakat herkes o kadar kaprissiz ve içtendi ki güçlükleri bertaraf etmek kolay oldu. Zaten her işte ve ilişkide de böyle değil midir? Sorun varsa bunu tatlı bir üslupla, kırıcı olmak yerine yapıcı bir şekilde dile getirince bence çözülmeyecek sorun yok. Maalesef hep kavgadan beslenen insanlar var, böyle insanlardan uzak yaşamaya çalışıyorum.

Sizce klip, şarkı sözleriyle uyumlu mu?

Günümüzde birbirine tezat işler çok yapılıyor. Klipte çok da abartılacak bir durum yok. Dans eden güzel bir kız var ve şarkıcı çocuk Leyla’sına içinden gelen hislerini dile getiriyor. “Bu ne sevgi ah bu ne ızdırap…”  diye sözleri olan şarkılarda oynayan insanlarız. Fazla düşünmemek, tadını çıkarmak gerek.


Yorumunuza ve klibe dair hangi geri dönüşleri aldınız?

Henüz bir ay oldu. Klip şu an Youtube’da yayında. Radyolarda çalmaya, basında haberleri yer almaya başladı. Eskisi gibi klip izlenen kanallar artık yok. Her şey Youtube ve İnstagram üzerinden gerçekleşiyor. Radyolar, Youtube’dan gelen etkileşimle, Youtube da sosyal medyadaki etkileşimle birbirini besler hale gelmiş. Açıkçası ben, yıllar içinde değişen ve bu hale gelen sistemi hiç sevemedim. Benim ilk çıktığım yıllarda bu işin çilesini çekmek, o uğurda eğitim görmek vardı. Tıpkı yetenekli, genç sporcularda olduğu gibi gelecek vadedilen sanatçı adayları keşfedilir, ona yatırım yapılır, basamaklar birer birer çıkılırdı. Birkaç müzik kanalı ve birkaç müzik programı vardı. Oralara herkesi çıkarmazlardı. Televizyonda göründükçe popüler olurdunuz. Şimdi evinizde oturup, telefonunuza kaydettiğiniz videolarla ilgi çekiyor ve birdenbire milyonların tanıdığı insanlar olabiliyorsunuz. “Bu, iyi mi kötü mü?” diye sorarsanız “Sabun köpüğü…” derim. Çok hızlı ve çabuk tüketen bir toplum olduk. Müzik eserlerinden kazanç sağlama neredeyse bitti gibi. Sadece sahneden kazanılıyor. Sahneden iyi kazanmak için de sosyal medyada güçlü bir etkileşim içinde olmanız gerekiyor. Artık herkes İnstagram, Youtube ve Facebook’ta. Sanat camiası da “Ne yaparız da bu platformlarda ilgi çekeriz, binlerce tıklanmamız olur?” düşüncesiyle hareket ediyor. Ruha inmek, sindirerek yaşamak diye bir şey yok. Çoğu paylaşım, ahlaksızlık içeriyor. Çocuklarımız bunları izliyor, okullarda birbirleriyle bunları paylaşmaktan derslerine, hayata odaklanamıyorlar. Hayatımız sanal oldu, sanal bir dünyada her şeyi sanal olarak yaşıyoruz. İlişkiler de bu halde maalesef. Eski zamanları çok özlüyorum. O zamanlarda müzikten, şarkıdan anlayan kitle çok farklıydı ve çok daha bilinçliydi. Tabii yayın organları da aynı bilince sahipti, ona göre yayın yapılıyordu. Zaten birçok sosyal medya platformunda eskiye dair videolar var. İzlerken “Eskiler ne güzelmiş, ne kadar naifmiş.” diye özlem çekmemizden belli değil mi?

Hazırlığını yaptığınız yeni bir projeniz var mı?

Elimde çıkmaya hazır, bitmiş şarkılarım var. Hepsini sırayla gündeme getireceğim. Bu yaz, ‘Leyla’ ile geçecek.

Son olarak gazetemiz okurlarına neler söylemek istersiniz?

Öncelikle gazetenize, size ve de pek kıymetli okurlarımıza bu röportajımızı takip ettikleri için sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum. Müzik, bir yaşam biçimidir. Yaşamımızı kalitelendirmek de bizim elimizdedir. Emek vermeden, acısını çekmeden kazanarak sahip olma ve bunu hazmetmeden tüketerek yenisine yönelme düşüncesinin olmadığı, aydınlık yarınlar diliyorum.