Rüyaları anlatırken hangi zamanı kullanmam gerektiğini bilemediğimden özgürlüğümün habercisi olan rüyayı hikâyeleştirmekte zorlanıyorum. Derdimi seveyim. Genç yaşımda gözümün kenarlarına eklenen derin çizgilerin yaratıcılarına dertlenemedim yazamamaya dertlendiğim kadar. Ne vardı ağzımdan çıkarken yayından kurtulmuş ok taklidi yapan kelimeler kâğıda tutunuverseydi? Ne olurdu dört köşe içine sığmaya mecbur bırakıldığımda kelam bana da yarenlik etseydi? Roman yazayım, şiir döktüreyim değildi derdim. Bir mektup yazsaydım, sadece bir mektup! Dönüp dolaşıp yakana konuverseydi…

*

Saat sabah yedi buçuk, gün ağarmadı daha. Uykuda yakaladığımız geçici hürlüğü sona erdiriyor yine kilit sesleri. “Sabah oldu, kalkın!” diyor bahçe kapısı, anahtar yuvaları, parmaklıklara ahbaplık eden sürgü rayları. “Kalkın! Çünkü sevmez gardiyanlar sayıma geç kalmışları!” Öylesine tehditkâr tüm sesler. Kaba, hoyrat. 

Uyanığım oysa. Yüksek duvarları aşıp gelen çağrıya çoktan uydum ben; “es salatu hayrun mine’n nevm…”

*

 “Sağ baştan say” emri geliyor gardiyandan. Sayıyoruz kendimizi bir iki. Sanki kaç kişi olduğumuzu bilmiyorlarmış gibi. Vücudum dik, ellerim arkada bağlı, bir elimin avucuyla diğer elimin yumruğunu sıkıyorum, omuz genişliğinde açık ayaklarımla yere semsert basıyorum. Karşıya bakıyorum ufku görür gibi, eğmiyorum başımı. Sayım bitene kadar şarkı söylüyorum içimden, içine gönderiyorum. “1, 2, 3…” “Sessizce, kimsesizce” “7, 8, 9…” “yok olmak, amadır şimdi” “10, 11, 12…” “bir ah de yeter!”

*

Koğuş yedi kabin. Her kabinde bir masa, her masada bir sofra ve her sofrada bir yasa var. ‘Mapushane’ temalı dizilerin, demir parmaklıklı sahneleri olan filmlerin raconları geliyor aklıma.  Bizimkiler izlediklerimiz gibi değil. Her gün biri çay demliyor mesela. İkinciye yetişmez diye çay ince bellide değil su bardağında tüketiliyor. Sükûnet esas kabul ediliyor. Ekrandakilerle aynı olan bir tek volta raconu. Gülesim geliyor bazen. Racon denilen ve “çok ağır adamların anayasası” kabul edilen kurallar bütününü ilk defa “Miroğlu yasalarıyla” tanımış biri olarak televizyon dizileriyle tek benzerliğimiz olan volta atma olayını değiştirip kendi usulümü mahkumlara kabul ettirdim çünkü. Seri adımlarla bir duvardan ötekine gidilip dönülen, voltacıların birbirlerine dokunmalarının kati suretle yasak olduğu bir sistem yerine dikdörtgen bahçeyi duvar kenarlarından adımlayan bir düzen oturttum. Binlerce adım atıp yerinde saymanın ne olduğunu da böyle öğrendim.

*

Inception’daki küçük topaç gibi burada da hayal ve gerçeği ayırmamızı sağlayan bir şey var; tespih. Ne vakit gözü açık rüyaya dalsan daha hızlı döner elinde. Sonra dağılır, uyandırır insanı. Erzurum oltusu tespihim parmaklarımın arasından dökülürken uyandım ben de. Yıllar önce okuduğum burada da yeniden başladığım romanı düşünmeye başladım. Sancılı geçen zamanlardı bunlar da (en azından bizim için). Kendimi Özmen’e benzettim bir an. Ben de anamın yetim oğluydum. Ben de anamı bir başına koyup tahsil için bir başka şehre gitmiştim. Ben de “istiklalleri için istikballerinden vazgeçenlerden” biriydim. Kaderim aynı değildi ama ben de hainlik edenlerin kurbanı idim. 

*

Kapalı görüş gününün adı değişecek olsa en mantıklı isim “kirli pencere muhabbeti” olurdu sanırım. Kenarında ahize bulunan, sinek pisliğiyle kaplı, sararmış, büyük bir cam duruyor sarılmak için can attığın insanlarla aranda. Görüntülü konuşmanın en ilkel hali olabilir bu. “İyiyim” demenin yalancı çıktığı, iyi görünme çabasının taktir kazandığı yarım saatlik bir oda tiyatrosu olan kapalı görüş her bakımdan açık görüşten daha konforlu. Yüzündeki eşitsiz renk dağılımını kamufle eden sarı cam ve hafif yankı yaratarak sesin titremesini fark ettirmeyen telefon ahizesi olmayınca değişiyor işler. “İyiyim” demek inandırıcılığını kaybediyor, güzel görünmeye çalışmak mahcup hissettiriyor, hızla çarpan kalbinin kucaklaştığın kişinin göğsüne vurması tedirgin hissettiriyor. Çıplaklaşıyorsun açık görüşte. Mahzunlaşıyorsun. Ellerin kendinden daha küçük ellerin içine sığmaya çalışırken de yeniden çocuk oluyorsun.

*

Bazen yaşamamış hissediyorum kendimi. Ağaç kavuğunda gözümü açmışım, hep kazık kadarmışım gibi. Halbuki bebektim, çocuk oldum. Çocuktum, erişkin oldum. Allah nasip etti, asker oldum. Kimseyi öldürmedim. Irza tasallut etmedim. Hakkım olmayana göz dikmedim. Hainlik etmedim. Yine de buradayım, dört duvar içine hapsedildim. 

Kader! Katilin, namussuzun, hırsızın, hainin yancısı kötü kader! Haklıyı haksıza ezdiren kader!

Çok uğraştın ama küsmedim!