“Rabbin seni (ey Yusuf!) seçkin kılacak.” (Yusuf: 6) Demek ki, kâinatta eşitlik yok. Adalet var. Adalet herkese ve her şeye layığını vermek. Eşitlik ise, herkesi bir olmadığı halde, bir tutup aynı şeylerle aynı miktar ve derecede donatmaktır. Ki bu bir zulümdür. Çalışmayana da çalışana verir gibi vermek. Hak etmeyene de hak etmiş gibi davranmak. Demek ki görünüşe göre değil; keyfiyet, içerik ve kabiliyete göre veriliyor. Bu husus her şeyde kendini gösteriyor. Canlıda cansızda, bitkide, hayvanda ve tabii ki iman ve inançta… Her insana aynı şeyler veriliyor ama aynı keyfiyette değil. Farklı farklı. Nitekim herkeste akıl var ama aynı derecede mi? Herkeste zekâ var ama aynı kapasitede mi? Herkeste tefekkür / düşünce yeteneği var ama aynı şeyler üzerine mi? Milletler de öyle. Aynilikleriyle beraber birbirinden manen çok farklı yönlere sahipler. Fakat bu; birbirlerini ast üst yorumlamalarına yol açmamalı; büyüklenmek, karşısındakini hor görmek şeklinde kendini göstermemeli. Bilakis, üstün vasıflılık, mütevazı ve alçak gönüllülüğün bir gerekçesi olmalı. Çünkü meyveli ağacın dalları yere doğru eğilir. Bu durum üstünlüğüne eksiklik getirmediği gibi sahibine daha kıymetli oluş keyfiyetini bahşeder. İsimlerin İsm - i A’zamı / en büyük isimleri var. Peygamberlerin Hatemü’l - Enbiya denen manen ve keyfiyeten en sonuncusu ve en büyüğü var. Kütüb - ü Mukaddese / Kutsal Kitapların; hepsini özleri bakımından içinde bulunduran ve bir bakıma Hülasatü’l - Hülasa / Özün Özü diyebileceğimiz bir sonuncusu var. Dağların en ulusu, Ovaların en genişi, Denizlerin en celalli ve heybetlisi var. Keza insanların da, en üstünü, en seçkini, en güzeli, her hususta yekta ve tek olanı var: Hz. Muhammed Mustafa. İnsan - ı Kamil denilince o gelir akla. Ama hepimiz ona ait olan vasıflardan kendimize bir pay çıkararak mecazen de olsa kendimizi öyle görebilir. O’nun yolunda, O’nun ardında O’nun gibi olmaya çalışabilir; ona verilen vaatlere, O’na yapılan hitaplara, O’na müjdelenen her şeye kendimizi de ortak edebilir. O’nu kendimiz bilip, O sanıp manen O’nda gark olabilir; ifadesi zor, anlatılması güç, anlaşılması kolay olmayan bir hazzın içinde kendimizi sermest bir hale getirebilir; hayatımızın O’nun hayatıyla ber - hayat oluşunun idraki içinde kendimizden geçebiliriz. O değil ama O’nun yolunda olmanın sevinciyle sevinçli; O’nun takipçisi olmakla övünçlü; ancak O’nu sevmekle iki cihanda mutlu olabileceğimizi kavrarız. Tabii O’nun gayesinin de, bizlere önderlik ederek Yaratanın huzurunda bizlere el bağlatmak; tüm varlığın birer temsilcileri olarak bizleri Yaratana secde ettirmek; böylece kalplerimizi intibaha getirip uyandırmak olduğunu asla unutmamalıyız. X “Öldürün Yusuf’u!” (Yusuf: 9) İşte insan bu! Kardeşleri Hz. Yusuf’un öldürülmesini isteyebiliyor! Kıskandıkları için. Aynı babanın çocukları, aynı babadan kardeşleri olan Hz. Yusuf’un ortadan kaldırılmasını düşünebiliyor. Üstelik bunlar Peygamber çocukları. Hz. Yakup, çocuklarını gereği gibi yetiştirememiş denilebilir mi? Ama işte insan bu! Peygamber çocuğu da olsa, ayrı bir âlem. Allahın müstakil / bağımsız bir kulu. Bir yerden sonra, -doğru veya yanlış- kendi ayakları üstünde durabilen, kendi aklını beğenen bir kul. Bunun gibi Hz. Nuh için, oğlu Kenan’ı icap eden şekilde yetiştirememiş diyebilir miyiz? Tabii ki hayır. Hz. Nuh’un Tufan’da gemisine çağırışı karşısında, dağa çıkar kurtulurum demiş, sonra da bir dalga alıvermişti aniden altına. Yine Hz. Lut’un hanımı; kocasına ihanet etmişti. Kocasına gelen erkek misafirleri, gece ateş yakarak, gündüz de duman çıkararak haber verirdi. Hiç mümkün müdür ki, Hz. Lut’tan doğruyu işitmemiş, bizzat şahit olduğu Peygamber yaşantısını görmemiş ve gerçekleri bilmemiş olsun? Ama bütün bunlara rağmen, iman kalbinde yer etmemişti! Acaba Hz. Lut’u bundan sorumlu tutabilir miyiz hiç? Elbette hayır. Lakin işte insan bu! Hidayet Allah’tan, insan sadece bir sebep, işin içinde Peygamber bile olsa. İşte burada, Kader’in aklımız ermeyen tarafı çıkıyor karşımıza ve hikmetinden sual olunmaz deyip çekiliyoruz kenara. Peki, ya Hz. İbrahim’in babasına nasihat ve öğütleri fayda vermiş miydi? Oysa O’nu putlara tapmaktan caydırmak için ne kadar uğraşmıştı? Fakat sonuç alabilmiş miydi? Ne gezer! Hz. İbrahim, babasını ilzam etmekten, onu cevap veremez duruma sokmaktan aciz miydi? Elbette ki hayır. Fakat netice alamadı. Çünkü hidayeti veren Allah’tı Burada da Kader’in aklımız ermeyen tarafı çıkıyor karşımıza ve hikmetinden sual olunmayan Allah’ın dediği oluyor her zaman. İşte insan bu! İstenilen şekilde olması için temenni edebiliyor fakat irade edemiyoruz. Çünkü yaratmak O’na / Allah’a mahsustur. Yaratıcı ancak O. İnanmayı, insanın bizzat kendisinin istemesi gerek. Zira insan, gerçekten neyi istiyorsa, onu yaratıyor Allah. Yoksa ister mi kulunun kâfir olmasını Yüce Allah? İşte biz kişinin Allah’a malum olan manevi içyapısını bilmiyoruz. Zaten bilmemiz de mümkün değil. Ama Allah biliyor kulun gerçekte ne istediğini ve ancak onu yaratıyor. Yaratmak O’nun; öyle yaratılmayı istemek ise kulun. Nitekim tercihinden dolayı oluyor mes’ul. Tercihi ediyor onu ya mes’ut ya zelil. Fakat bizler için asıl durum meçhul; isteğimiz bu sebeple, o kimse hakkında bir şey ifade etmiyor. İşte bu yüzden ancak temenni edebiliyor fakat irade edemiyoruz. Kişinin istediğimiz çizgiye gelmesini sağlayamıyoruz. Netice olarak işte insan bu diyor; hakkında hayır duada bulunmakla yetiniyoruz. Peki, ya Hz. Muhammed’e bizzat muhatap olan yakınlarının imana gelmezliklerine ne demeli? Hâşâ Hz. Muhammed yeteri kadar onlara izah edemedi diyebilir miyiz? Şüphesiz hayır. İşte canlar, insan bu! Hidayeti / imana gelişi Allah’tan. X Yani, önce kul isteyecek inancı, yürekten Sonra, Allah verecek imanı, öyle demekten Çünkü herkesi ve her şeyi yaratma, hep Allah’a ait İnsana düşen ise, istemek daima olmayı sait Velhasıl, işte insan bu O ki, varlıkların kutbu Bir de, bilseydi ah ne olurdu İmrenilen, gideceği yurdu. [email protected]