Modern çağda, ulus-devlet yaratma süreci işler. Yaratılan ulus-devleti destekleyecek ulusal bir kimlik inşa edilir. Ancak post-modern toplum, bu yaratılan tek ulusal kültüre ve tek ulusal kimliğe karşı çıkar. Küreselleşme, küresel köy haline getirdiği dünyada, iletişimi ve seyahati kolaylaştırmıştır. Ancak, karmaşıklaştırdığı ilişkiler ağı içinde, insanı yalnızlaştırmıştır. Yalnızlaşan insan, yeni ilişkiler ve yani aidiyetler peşinde, sığınacak yeni limanlar aramaktadır. Modern dönemin tek ulus kimliği parçalanmış, mikro aidiyetlere bölünmüştür.
İki kutuplu dünya düzeninin yıkılması, liberalizmin zaferi olarak nitelendirildi. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın dağılmasıyla yeni devletler ortaya çıktı. Yeni devletlerin kendi aralarında etnik çatışmaları, toprak kavgaları oldu. Çok kutuplu ya da tek kutuplu yeni bir düzeninin kurulduğunu ileri süren yeni tartışmalar sürüp gitti. 19. yüzyıl milliyetçilikler çağı olarak nitelendirilirken, yeni yüzyıl etnik aidiyetlerin, mikro milliyetçiliklerin tartışıldığı bir dönem oldu.
Sadece etnik ve mikro milliyetçilikler değil, cemaatçilik kültürü de yeniden canlandı. İnsanlar yalnızlıklarını, tarikatlara, derneklere, örgütlere katılarak gidermeye çalıştılar.
1990’larda “gelişmemiş ülke olma kompleksimizden” kurtulmaya çalıştık. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan muhteşem coğrafyanın sahibi olabilecek olmanın gururunu yaşadık. Kimi zaman geç kalmış hissettik kendimizi, bazen tanımlamalarımızın yeterli olmadığını gördük. “Türk” olarak tanımladığımız insanlar, kendilerini “Türk” olarak tanımlamadılar. Bazen maddi olarak yetersiz kaldık o coğrafyalara girmek için. Oralarda da resmi tarihlerin, farklı ortak kültürlerin, farklı kimliklerin olduğunu gördük. Aynılıklarımızın yanında, yaratılmış, inşa edilmiş farklılıklarımız olduğunu kabullendik.
Suavi Aydın’ın üzerinde durduğu gibi, her şey değişebilir ama ulus-devletin özü değişmez olarak nitelendirilir. Aydın’a göre, ulus-devlet, kapitalistleşmenin ve mitolojik bir tarih kurgusunun ürünüdür. Halka dayalı olarak ortaya çıkan milliyetçiliklerde, milliyetçilik yabancı gücün hegemonyasına karşı zafer kazandığında, seçkinler tarafından yeni bir kültür tanımlanır. Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, halkın var olan kültürünün, üst kültür olarak yapılandırılması yerine, Mustafa Kemal ve arkadaşları yeni bir üst kültür yaratmışlardır. Bu ulusal kültür; laik, milliyetçi, Batıcı bir kültürdür. Eskinin değerleri, bir kenara itilmiştir.
Ancak, küreselleşme, Türk milli kimlik yapısını da değiştirmiştir. Kimlikler mezarlığından gelen hayaletler, ölmediklerini kanıtlamışlardır. Cumhuriyetin ilanıyla reddedilen Osmanlı geçmişi, dini kimlikler, cemaat ve tarikatlarla tanımlanan kimlikler güncellik kazanmışlardır. Bu sadece ülkemize özgü bir sorunsal değildir, küresel sistemin getirdiği değerler değişiminin bir sonucudur. 1990’larda başlayan süreç, meyvelerini ve kırılma noktasını AKP iktidarı döneminde daha keskin bir çerçevede göstermiştir.