Osmanlı Devleti’nin son yılları ile günümüz Türkiye’si arasında çok büyük benzerliklerin görülmesi, bizi haklı olarak endişeye sevk ediyor. Tarihin tekerrür ediyor olması, bizim yeniden intibahımız için sadece itici bir etken olabilir. 
1890’lı yıllarda Jöntürklük hevesiyle II. Abdülhamit düşmanlığına ve meşrutiyet talebine dayalı Avrupa hayranları ile günümüzün Avrupa Birlikçileri arasında ilginç benzerlikler var. 
Batılı devletler, “hasta adam” olarak gördükleri Osmanlı Devleti’ni parçalayıp yok etmek, Türk milletine olan tarihî haçlı kinlerini kusmak ve bu milleti kendilerine sömürge yapabilmek için sinsice ve planlı bir şekilde çalışmışlardı. Bu bağlamda ülke içindeki gayr-i müslim unsurlarla ve Avrupa yalan propagandalarına inanan gafil, olanı ve olacakları göremeyecek kadar basiretsiz bir kısım Türklerle işbirliği yapmışlar ve medeniyet, hürriyet, gelişme, ilerleme, kardeşlik, eşitlik, insan hakları, demokrasi getireceğiz diye Jöntürklük, İttihatçılık faaliyetleriyle II. Abdülhamid’i devirmişler ve tam bir kargaşalık demek olan II. Meşrutiyetin ilanını sağlamışlardı. 
Bir süre sonra gerçekler ortaya çıkmaya başlayınca bu dalgaya kapılan Türkler aldatıldıklarını, oyuna getirildiklerini anladılar, derin uykudan uyandılar; ama iş işten geçmişti. O zaman II. Meşrutiyeti istemek Avrupa’nın menfaatine idi, çünkü Osmanlıyı parçalayıp yok edecekti. II. Meşrutiyeti istemek Yunanlının, Bulgar’ın, Ermeni’nin, şunun bunun lehine idi, çünkü bunlar kendi devletlerini kurup sonra da Türkleri yok edeceklerdi. Nitekim Balkan Savaşlarında evlâd-ı fâtihân olan Balkan Türklerine büyük bir katliam, bir soykırım uyguladılar. Peki bu durumda Türk’e Meşrutiyet istemek ne demek oluyordu? 
Türk’ün bu işten kârı ne idi? İşte bu saf Türklerden biri olan, II. Abdülhamit ve sonrası dönemleri yaşayan, Servet-i Fünun dergisi sahibi Ahmet İhsan Tokgöz, hatıralarında o zaman Avrupalılara safçasına nasıl aldandıklarını, Avrupalıların ve Avrupacıların gerçek niyetlerinin ne olduğunu sonradan nasıl anladıklarını samimî bir şekilde şöyle itiraf ediyor. Onun bu itiraflarını günümüz Avrupa Birlikçilerine bizi çok mutlu etmese de rahatlıkla uyarlayabiliyoruz.:
“Atina'da vapurumuzun durdurulduğu yirmi saatte gördü ğüm ve duyduğum şeyler, 1908 inkılâbının Yunanlılar tara fından aleyhimize kullanılmak istendiğini açık olarak göste riyordu. Onların hareketleri pek kurnazca idi. İstanbul'un Rum unsuru inkılâbın getirdiği özgürlük sayesinde daha ge niş ve serbest biçimde Yunanlılığa çalışacaklardı ve biz bu nun içyüzünü anlamadan onlara dost diye bakacaktık. 
Nite kim 1908 Temmuzundan sonra, bir yıl süreyle öyle olmuştu. Meşrutiyet'in ilanına kadar Abdülhamit yönetimine karşı yüreklerimizde beslediğimiz derin kin, sarayın sevmediği her şeyi bize sevdirecek kadar hepimizde acayip bir "yanlış gö rüş" yapmıştı. Bunun bir örneği İngilizlerle Boer'lerin sava şında ortaya çıkmıştı. İstanbul'un nurlu gençliği ve bütün Edebiyat-ı Cedide ailesi bilmeden, anlamadan Boer'lerin ba ğımsızlık savaşını fena görmüş ve İngilizlerin başarısını, ta İngiliz elçiliğine kadar gidip kendilerini tehlikeye atarak, açıktan açığa dilemeye kadar götürmüştü.
Bu yanlış görüş hemen hepimizde yalnız İngiltere hakkında değil, bütün Avrupa siyaseti hakkında vardı. Biz o zaman sanıyorduk ki Avrupa devletlerinin bize gösterdiği düşmanlık, bizim ortaçağ tarzında yaşayışımızdan çıkar, yöneti mimizin bozukluğundan ve Saray ile Babıâli'nin köhne dü şüncesinden doğar. Son yüzyılda başta İngiltere olmak üzere Avrupa'nın emperyalist devletleri, Türklük aleyhinde dur madan dinlenmeden yayınlarda bulundular. 
Ünlü Gladstone, İngiliz parlamentosunda eline Kur'an'ı alıp, "Türkiye "bu kitapla yürüdükçe uygarlığa zarar verir" demişti. Bu sözle güya adliyemizin ve toplumsal hayatımızın uygarlıkla uyuşamayacağını anlatmıştı. Ve biz gençler, yanlış görüş, yanlış inanışla, ona hak vermiştik. Oysa Gladstone, emper yalist siyasetine Müslümanların kutsal kitabını alet etmişti. Türkiye'de Hristiyan öldürülüyor diye çıkarılan gürültüler de bu türdendi. İnsanlık ve uygarlık koruyuculuğu yapar gö rünüp zayıf Osmanlı Devleti'ni parçalamaktan başka düşün dükleri yoktu. Yoksa emperyalistlerin öldürülmüş Müslü man, Hristiyan ya da Yahudilere acıdıkları yoktu.
İşte acıklı nokta buradaydı. Yani bizler 1908 inkılâbına bu gerçekleri görmeden ve anlamadan girmiştik. Mademki meşrutiyeti ilan ettik, köktenci ve çağdaş düzeltimlere başlıyoruz; artık Avrupa bize olan düşmanlığını keser ve biz de rahat rahat gelişme sağlarız sanmıştık. Ne ham hayallermiş!
Atina'dan aktarma yaparak bindiğim İtalya'nın Albania vapurunda giderken ben de bu yanlış kanıdaydım. Avrupa siyasetine karşı çok iyimserdim. Türlü türlü tatlı hayaller kuruyordum. Saflığın ve toyluğun son derecesine çıkmıştım.” 
Bu itirafın günümüz Türkiye şartlarını ve durumunu düşünerek okuduğumuzda ne kadar anlamlı olduğu anlaşılacaktır. Zira o zamanki II. Meşrutiyet talebi ile bugünkü Avrupa Birliği’ne girme talebi aşağı yukarı aynıdır. O zamanki Avrupa’nın Osmanlı Devleti karşısındaki tavrı ile bugünkü Avrupa’nın Türkiye Cumhuriyeti karşısındaki tavrı aynıdır. O zamanki heyecanlı, ihtilâlci, Abdülhamit düşmanı Meşrutiyetçiler ile bugünkü Avrupa Birliği taraftarları aşağı yukarı aynıdır. Yani tarih tekerrür ediyor.
O zamanki Meşrutiyetçilerden Ahmet İhsan Tokgöz’ün gözlem ve izlenimlerini günümüze uyarlayarak bir karşılaştırma yapalım:
* O zamanki meşrutiyet isteyiciler, sonradan anladılar ki Rumlar, Ermeniler, şunlar bunlar kurnazca bu davayı kendi ırkçılıkları için kullandılar, fakat Meşrutiyetçiler onların niyetlerini doğru dürüst anlamadan onlara dost diye baktılar.
Bugün de Avrupa Birliği bağlamında istenen özgürlük, demokrasi, liberalizm, kültürel haklar, insan hakları gibi talepler, aslında evrensel anlamda herkes için istenen iyi niyetli açılımlar değil; çoğunlukla Türk düşmanlığına dayalı etnik grupların ayrılıkçılık ve bozgunculuk niyetlerine dönük olarak kullandıkları kavramlardır.
* O zamanki Meşrutiyetçiler, Müslüman Türk milletinin millî menfaatlerini ve değerlerini emperyalist Avrupa’ya karşı koruyan ve savunan II. Abdülhamid ve yönetimine şiddetli bir kin besliyorlardı. Sarayın sevmediği her şeyi kendilerine sevdirecek kadar hepsinde acayip bir "yanlış gö rüş" ortaya çıkmıştı.
Bugün de Avrupa Birlikçiler, liberali, II. Cumhuriyetçisi, Ermenicisi, Kürtçüsü, şusu busu Müslüman Türklerin millî devletine, uzun zamanın birikimi olan değerlerine, yüzyıllara dayanan kazanımlarına kin güdüyorlar, hazımsızlık gösteriyorlar ve yok etmek için olmadık siyasi taktikler geliştiriyorlar.
* O zamanki Meşrutiyet isteyiciler, emperyalist İngilizlerin Boerlere karşı saldırısında onları haklı görüyor, İngilizlerin Boerlere medeniyet götürdüklerini zannediyorlardı. 
Bugün de küreselci liberaller, II. Cumhuriyetçiler, demokrasi, özgürlük isteyiciler, Amerika’nın Irak’ı, Afganistan’ı işgalini haklı görüyor, buralara Amerika’nın demokrasi götürdüğünü iddia ediyorlar. Ayrıca Avrupa Birliğinin içişlerimize karışmasını bizim adam olmamız için gerekli görüyorlar.
* O zamanki Meşrutiyetçiler, sanıyordu ki Avrupa devletlerinin bize gösterdiği düşmanlık, bizim ortaçağ tarzında yaşayışımızdan çıkar, yöneti mimizin bozukluğundan ve Saray ile Babıâli'nin köhne dü şüncesinden doğar. 
Bugünkü Avrupa Birlikçileri de meşrutiyetçiler gibi düşünüyorlar ve diyorlar ki biz, Avrupa Birliği kriterleri, dayatmaları, emirleri ile ilkel ortaçağ hayatından kurtulacağız; yani bizi Avrupa adam edecek. Avrupa Birliğine girersek onların ifadesiyle baskıcı, militarist, eski zamanlara ait millî devletin değer, ilke ve kurumlarından kurtulacağız.
* O zaman başta İngiltere olmak üzere Avrupa'nın emperyalist devletleri, Türklük aleyhinde dur madan, dinlenmeden yayınlarda bulundular. Şimdi de buna devam ediyorlar. Ama Avrupa Birlikçileri bu konuda Avrupalıları haklı görüyor, bizim adam olmamız için Avrupalıların hakaretlerine katlanmamız, tarihimizle yüzleşmemiz gerektiğini, hatalarımızı, ilkelliğimizi, barbarlığımızı, adam kesiciliğimizi kabul ederek vicdanımızı temizlememiz gerektiğini filan söylüyorlar.
* O zaman Gladstone, Kur’an’dan vazgeçilmesini, böylelikle uygar olunabileceğini söylemişti. O zamanki Meşrutiyetçiler de buna hak vermişti. Şimdi de Avrupa Birlikçiler, Amerikancılar, şunlar bunlar, Batıyla işbirliği hâlinde Müslüman Türk’ün dinine diyanetine habire saldırıp duruyorlar.
* O zaman Batı âleminde “Türkiye'de Hristiyan öldürülüyor!” diye gürültüler çıkarılıyordu. Şimdi de Batıya taparlar ve oradan fonlananlar familyası, Türkler hakkında “şu kadar Ermeni, bu kadar Kürt kesti” gürültüleri çıkarıyorlar. 
* O zaman Avrupa, insanlık ve uygarlık koruyuculuğu yapar gö rünüp zayıf Osmanlı Devleti'ni parçalamaktan başka bir şey düşünmüyordu. Şimdi de Avrupa Birliği ve Amerika aynı şeyi yapıyor. 
* O zamanki Meşrutiyetçiler, 1908 inkılâbına bu gerçekleri görmeden ve anlamadan girmişti. Mademki meşrutiyeti ilan ettiler, köktenci ve çağdaş ıslahatlara başladılar; artık Avrupa bize olan düşmanlığını keser ve biz de rahat rahat gelişme sağlarız sanmışlardı. Fakat “ne ham hayallermiş!” dediler.
Bugünkü Avrupa Birlikçileri de bundan beterini söyleyecekler ama söylemeye mecalleri kalmayacak. 
* O zamanki Meşrutiyetçiler, Avrupa siyasetine karşı çok iyimserdi. Türlü türlü tatlı hayaller kuruyorlardı. Saflığın ve toyluğun son derecesine çıkmışlardı.. Şimdiki Avrupa Birlikçileri de galiba bunlardan geri kalan tarafları olmayacak.
Son dönem Osmanlı tarihini iyi okumak, günümüzü okumak demektir. Emperyalist Batı ısrar ediyor, pes etmiyor. Bölme, parçalama, yutma, tasfiye etme plan ve projelerini tekrar tekrar önümüze koyuyor. Kapıdan kovuluyor ancak dönüp dolaşıp bacadan tekrar girmeye çalışıyor. Bu durumda bizim de kararlılıkla millî direnişimizi sürdürmemizden başka çare yok.