KAŞ YAPAYIM DERKEN…
Muhsin BOZKURT
Bazen devlet, kaş yapayım derken göz çıkarır!
Gelecekte doğacak bir tehlikeyi, kayıt kuyut altında tutmak ister! Olacaksa devlet kontrolünde olsun der! Zamanı gelince, nasıl olsa, der-dest edip yakasına yapışır, elini kolunu bağlayıp, etkisiz hale getiririm diye düşünür! İlerde canavarlaşacak olan ejderha yavrusunu, el bebek gül bebek kabilinden korumasına alır! Belli bir daire içinde tutarak, gelişmesine göz yumar! Adeta koynunda yılan besler!
Fakat bir an gelir ki, artık ele avuca sığmaz bir hal alır! Devletin dizginleyemeyeceği bir duruma yükselir! Ne durdan anlar artık, ne vurdan!.. Atı alan Üsküdar’ı geçmiştir! Devlete tam bir baş belası kesilir! Önü alınamayacak bir şekilde büyümüş; vatandaşın ensesinde boza pişirir olmuştur.
Üstelik dış güçler de, işin işine girer! Onları kendi emellerine alet ederek kullanmaya başlar. Velhasıl besle kargayı oysun gözünü misali; ok yaydan çıkmış; hedefine doğru yol almaya başlamıştır gayrı. Böylece devlet bindiği dalı kesmeye devam eder! Ayıkla pirincin taşını diyerek, kara kara düşünür. Kendim ettim kendim buldum, diyesi gelir.
Çünkü bu gayri kanuni hareket; içten kendi kamuoyundan, özellikle kimi yazarçizer takımından da rağbete mazhar olmuştur! Zira işin vahamet ve tehlikesi henüz görülmez; mesele sadece insan hakları, demokrasi, hak - hukuk gibi cazip ambalajlarla sunulur! Zaten en tehlikeli gelişme de budur!
Tehlikenin; tehlike olarak görülmeyişi; masumane isteklere bürünüşü, resmi otoriteleri de, ister istemez, bir yere kadar, onları destekler bir mahiyet alışa sürükler!
İşte, İstiklal ve Cumhuriyetin korunması, vatan savunması gibi kutsal ve hak bir davanın, batıl ve yanlış metotlarla geldiği nokta… Elbette sonunda Hak galebe eder. Yıkıcı ve bölücülerin üstesinden er – geç gelinir ama; isteğimiz odur ki, Allah bize bunu pahalıya satmasın. Bazı ihmal ve metot hatalarımız yüzünden, devlet ve millete büyük bir karşılık ödetmesin…
Demek ki, Cumhuriyeti ayakta tutmak, hiç de sanıldığı gibi kolay değilmiş. En sinsi ve namert olanı ise, insani bir hüviyete girerek; insanımızı gaflet ve dalalete düşürmesi ve hatta kimi aydınlarımızı ihanetin eşiğine getirmesidir.
Türkiye’deki bazı malum oluşumları, bir de bu açıdan düşünecek olursak; olanı biteni daha iyi kavrayacağımız muhakkak…
X
Aklıma Mesnevi’de geçen bir hikâye geliyor. Çok uzun olan hikâye; özetin özeti olarak şöyle:
“Kendi millet ve mezhebine taassubu dolayısıyla Hıristiyanları öldüren Yahudi padişahın hikâyesi:”
Yahudiler arasında zalim, İsa düşmanı ve Hıristiyanların varlığına tahammül edemeyerek onları öldüren bir hükümdar vardı.
Ben; Musa dininin hami ve yardımcısıyım diye, yüz binlerce mazlum Hıristiyanları öldürdü.
Yahudi hükümdarın sapık ve hileci bir veziri vardı. Bu iş böyle olmaz dedi ve hükümdara ne yapması gerektiğini öğütledi.
Güya gizli bir Hıristiyan’mış da, hükümdar tarafından anlaşılmış gibi gösterilmesini ve bu yüzden kendisini Hıristiyanların bulunduğu yere sürmesini istedi.
Böylece Hıristiyanların arasına karıştı. Onların gönlüne girmesini bildi. Onlara samimi bir Hıristiyan olarak göründü. Bu şekilde onları kendisine bent etti. Onlara Hıristiyanlık hakkında öğütler verir oldu.
Fakat sözleri; içinde iğne bulunan ekmek gibiydi! Velhasıl onlardan görünerek, onları fikren ve dinen iğfal etmeye başladı.
Bazı Hıristiyan Beylere, halifem / ardılım sensin diyerek; gizlice farklı farklı tomarlar verdi. Ve ölünce ortaya çıkmalarını söyledi.
Vezir öldüğünde, Beylerin her biri, yegâne halife olarak kendini bildi. Çünkü her biri sanıyordu ki, tomar sırf kendisine verilmiştir.
Nitekim vezir öldüğünde, her biri, halifelik davasına kalkıştı. Her biri kendisini hak, diğerlerini batıl bildi. Hıristiyanların kimi onun, kimi bunun yanında yer alarak, büyük bir savaşa tutuştular. Kan gövdeyi götürdü. Birbirlerini katlettiler.
Sonunda Yahudi Hükümdar muradına erdi. Hıristiyanları bölük pörçük ederek; bir daha bellerini doğrultamayacak bir duruma soktu. (Şerh - i Mesnevi, Tahirü’l – Mevlevi, C: 1, İkinci Baskı, S: 237 – 422)
X
Türkiye’mizde, Yahudi Vezir hükmünde bazı aydınlar da, Kürt kardeşlerimizi İnsan Hakları, Demokratikleşme, Halklara Özgürlük v.b. gibi sözlerin arkasına sığınarak kışkırtıcılıklarını sürdürmüyorlar mı? Ve kısmen de olsa muvaffak olmuyorlar mı? Resmiyet de, bu sözde kavramlara ters düşerim yersiz endişe ve korkusuyla, işi biraz da hafiften almıyor mu?
Ne dersiniz?
Yorumlar