MURAT KARAHAN
Yine büyük bir felaket, hüzün, gözyaşı ve çaresizlikle karşı karşıya kaldık. Acımız arşa ulaştı. On binlerce canımız kaldı göçükler altında, enkazlar arasında. Sığındığımız bütün limanları seller bastı. Güvendiğimiz dağlara yine karlar yağdı. Gemilerimiz ilk fırtınada alabora oldular. Avazımız çıktığı kadar bağırdık, ama sesimizi bile duyan olmadı. Kış zemheri oldu soğuktan diri diri öldürdü bizleri. Kar altında kaldım annem diyen bebelerin sesleri kulaklarımızı sağır etti.
Hüznün kurşuni renklerine döndü yurdumun dört bir yanı. Karalar bağlamaktan kahrolan, bu da kaderimiz değip, çaresizce bir tabak sıcak çorbanın gelmesini bekleyenlerin acısıdır yeri göğü kaplayan. Kızıla çalan bulutların getirdiği büyük depremlerle tarumar olan canım ülkem. Nereye ve kime yetişeceğimizi, hangi yaraya merhem olacağımızı bilemedik.
Kadim Anadolu’da sıkça söylenen bir sözle yazıma başlamak isterim.
Cenaze yerdeyken mal, inat, hırs uğruna birbirine düşülmez derler. Bizim siyasetçilerimiz cenazelerimiz göçüklerin altında dururken, birbirlerine etmedikleri hareket kalmadı. Millet olarak cenazelerimize mi ağlasak, yıkılmış yok olmuş şehirlerimizin haline mi yansak, çadır bile bulup insanımıza veremememizin mahcubiyetine mi yansak bilemedik.
Nereden başlasak, nasıl etsek düşünemedik. Bilinmez bir boşluğun içinde dönüp duran ve dönüp durdukça hiçbir sonuç elde edemeyen bizler. Herkesin suçlu olduğu ama kimsenin suçunu kabul etmediği bir çağda yaşar olduk. Ne kadar kazansak da az olduğunu düşünen, şükrü çoktan unutan bir mevsime zahir olduk. Zulmü hoş görüp, doğruyu kapı dışı edenlerin vicdanını kaldık. Sabahları aldıkları rüşveti ceplerine koyup, öğlenleri Cuma namazına gidip vaaz dinleyenlerden çare bekledik.
Aslı unutup, batıla dalışımızın sonucudur bu olanlar. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen zihniyetin sonucudur bu olanlar. Vurdumduymazlığı kadere bağlayan, tamamen akıl yoksunluğunun sonucudur bu olanlar. Yarınları rant uğruna peşkeş çekenlerin hüsranıdır bu olanlar…
On yıl önce okuduğum yazar Ercan Kesal’ın bir kitabından aklımda kalanları yazmak istiyorum.
Ahlak Utanmayı Bilmektedir… 1970’li yıllar, yer Avanos. Yazın ilk günleri. Evin önünde bir kamyonet duruyor. Kayseri’den yüz çuval şeker gelmiş. Kitap okuduğum kovuğumdan çıkıp, çuvalların taşınmasını seyrediyorum. Gazoz şişelerine, şeker çuvallarına, fırından yeni çıkan bazlamaya. Bahçeden kopardığı domatese bile dualar okuyan annem yine iş başında, dudakları sürekli kıpırdıyor. Ve diyor ki, “Bu yaz çok gazoz satarız inşallah” Şeker çuvalları taşındı ve kamyonet gitti. Tüm aile içimiz rahatlamış halde sofraya oturmaya hazırlanıyoruz. Radyoyu açtık ajans zamanı gelmiş. Spikerin okuduğu haberlerin içinden bir ara “Şekere Zam” haberini duyduk. Abim sevinçle Oh dedi, şekeri tam zamanında almışız diye.
Ertesi gün babamı, erkenden kalkmış camekanın önünde oturmuş annemle ateşli, ateşli konuşur halde gördüm. Babamın canının sıkıldığı zamanlarda yaptığı gibi mendilini sebepsizce katlayıp duruyordu. Az sonra da yerinde kalktı ve gitti. Annem camekandan salona geçerken kendi kendine mırıldanıyordu.
“Deli bu herif anam, sabaha kadar uyumamış”.
Babam bir saat sonra eve geldi. Rahatlamış, yüzü gülüyordu. Başına toplanıp sorduk.
“Hayırdır Baba ne oldu”…
Maliyeye gidip ihbar etmiş kendisini.
“Dün yüz çuval şeker aldım, aslında bugün alacaktım. Zamlı almam lazımken ucuza aldım. Farkını ödemek istiyorum” Dilekçe tamda bu şekilde imiş…
Çocuk aklımla bile anlamıştım, babamın aslında maliyeden değil, utanmaktan korktuğunu…
Yaptıklarınızdan utanıyorsanız, sorun yok.
Utanmayı bilmek, utanmaktan korkmak, yaptığı hatayı vicdanına kabul ettirememek ve hatasını telafi etmek…
Elli yıl önce bir esnaf bunu yaparken, elli yıl sonra elli bin insanın göçük altına bağıra, bağıra can vermesine sebep olan esnafların, müteahhitlerin, belediye başkanlarının, rüşvetçilerin, becerisizlik yöneticilerin tam da ortasında kaldık.
Gerçekten ağla memleketim ağla. Hep birlikte öyle bir ağlayalım ki, göz yaşlarımız kurusun, bir daha akmasın. On bir ilimizde on üç milyon insanımızın ihmal uğruna emeğini, aşını, geleceğini, umudunu, ömrünü, huzurunu ellerinden aldılar…