1648 Vestfalya Antlaşmasıyla ilkeleri ortaya konulan uluslararası sistemin ana aktörü, devletlerdir. Buna göre, devlet, belirli sınırları içerisinde meşru olan tek otoritedir. İç işlerine karışmama anlayışı da bu antlaşmayla korunan ve uygulanan bir prensiptir. Birinci Dünya Savaşının ardından, idealizmin etkisiyle, kolektif güvenliği sağlayacak bir uluslararası örgütün kurulması fikri, ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın “on dört prensibiyle” gündeme geldi. Versay Antlaşmasının ağır maddeleri üstüne kurulan yeni sistem, savaşta yenilen devletleri cezalandırmayı amaçlıyordu. Milletler Cemiyeti, böyle bir ortamda kuruldu. Savaşta zafer kazanan devletler ise, güçlü değillerdi, savaştan ekonomik ve askeri olarak zarar gördüler. Revizyonist devletler bir süre sonra, topraklarını genişletmeye başladılar. Milletler Cemiyeti, saldırgan tutumları olan devletleri cezalandırmadı, hareketsizliğiyle ve gerekli yaptırımları uygulamayışıyla, onlara ödün verdi. İkinci Dünya Savaşının ardından kurulan, Birleşmiş Milletler örgütü de benzer prensipler ve organlarla kuruldu. İki örgütün ortak noktası, devletlerin başat aktör oluşuydu.

Evrensel özellikli, barış ve istikrarı sağlamak amacıyla kurulan Birleşmiş Milletler örgütü, devletlerin egemenliğini kabul eder. Buna göre, uyruklarının can ve mal güvenliğinden, ülke içindeki istikrar ve güvenlikten, devlet otoriteleri sorumludur. Ulusal sınırlar içerisindeki toplu ölümler, iç savaş, katliamlar ve soykırım gibi olaylar konusunda müdahale etme yetkisinin kullanımı, BM’nin sorumluluğu altındadır. Bu bağlamda, insani müdahale kavramının amacı, huzursuzluktan ve ölümlerden sorumlu olan devletle savaşmak ya da var olan devlet yapısına zarar vermek değildir. İnsani müdahalenin ana amacı, yaşanan kötü olaylara son vermektir. Bu sonuç alındıktan sonra, tüm yabancı güçler, müdahalede bulunulan ülkeden çekilmelidir ve kurumlar yeniden çalışmaya başlamalıdır. İnsani müdahale güçlerinin, mutlaka geçici olmaları gerekir. İnsani müdahale güçlerinin yapısı, süresi ve yoğunluğu, sınırlı ve düşük düzeyde olmalıdır. Her olayla ilgili ayrı bir plan yapılmalı ve mantıklı amaçlar ortaya konmalıdır. İnsani müdahale seçeneği, son seçenektir. Bunun öncesinde, tüm barışçıl çözüm yolları kullanılmalıdır. Bu kararın alınmasında da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, ana sorumludur. İnsani müdahalenin amacı, insan hayatının korunmasıdır.  İnsani müdahale kavramı, Vestfalya’dan beri uygulanan ana prensiplerin sorgulanmasına yol açmıştır. Soğuk Savaş sonrası, insani güvenlik, devletlerin güvenliğinin önüne geçmiştir.

Suriye’ye müdahale konusu gündemimizde. Beşar Esad, “ülkede şiddetin durması için önce muhaliflerin silahlarını bırakmasını” istedi. BM ve Arap Birliği temsilcisi Annan, askerlerin şehirlerden çekilmesini, demokratikleşme sürecinin işletilmesini, şiddete son verilmesini, tutukluların serbest bırakılmasını önerdi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Annan’ın önerilerine destek verdi. Suriyeli muhalifler, silah talep ediyorlar. BM Suriye İnsan Hakları İzleme Komisyonu eski üyesi Prof. Dr. Yakın Ertürk, muhaliflerin silahlanmasının, daha tehlikeli olacağını belirtiyor. En son, Suriye’den temsilcimizi çektik. Bu durum, bir müdahalenin geleceğinin göstergelerinden biri. Erdoğan, Obama ile görüşmesinde, ''Buna seyirci kalmak, bunu beklemek, buna müdahale etmemek mümkün değil. Bu bizim vicdani bir görevimiz. Bu konuda gerekli olanları uluslararası hukuk çerçevesinde yapmanın gayreti içerisindeyiz ve yapacağız. Bu konuda düşüncelerimizin geneli itibariyle örtüştüğünü görmek, bizleri ayrıca memnun etmiştir'' dedi. Erdoğan’ın İran ziyaretinde de İran’ın Suriye devletine desteğini çekmesi konusunun gündemde olacağı görülüyor. Obama, “kesinlikle yaşanan ölümlere karşı yapılması gerekenler var” dedi.

Türkiye, acele kararlarla, insani müdahale kavramının muğlaklığında boğulmaktan kaçınmalıdır.