“Bir gün toplantıda, herkes Peygamber’i can kulağı ile dinlerken O, bir ara sözünü yarıda kesmiş ve Hz. Ali’yi yanına çağırarak şunları söylemişti: 

     ‘Şunu herkes iyice bilsin ki, ben ilim şehri isem, Ali de bu şehrin kapısıdır.’ 

     Allah’ın ‘Habibim’ hitabına mazhar olma bahtiyarlığına ererek, Kâinatın efendisi olan yüce Peygamber’in bu sözünü, ne o zaman, ne de ondan sonraki zamanlarda, doğru dürüst anlayan olmuştu. (Yani olmamıştı.) 

     İlim şehrine girebilmek, yani yüce Peygamber’in Zât’ını tanıyabilmek için,  Hz. Ali’nin kapısına başvurmak gerekecekti. İlim ise, sıradan bir söz, ya da sığ bir lâf değil; aksine geniş kapsamlı bir kavramdı. Bu derin ve geniş kapsamlı ummana dalan kişinin, Allah’ın ilim sıfatını tamamen kendi üzerinde toplamış bir İNSAN-I KÂMİL (mükemmel ve tam insan) olarak, yeryüzünde Allah’ın halifesi unvanını kazanmayı hak etmiş sayılırdı. 

     İşte o da Allah’ın bu cömert lütfu sayesinde, sahip olduğu hem dünyevi ve hem de uhrevî ilim ve irfan konularındaki geniş vukufiyeti (bilgisi) ile, çevresini hep aydınlatmış, herkes tarafından takdir ve saygı ile anılır olmuştu. 

     Zaten ilim sahibi kimseler, şu fani (ölümlü) olarak isimlendirilen dünyadan, daha ne beklerlerdi? İlim deryasına dalanlar için kin, ihtiras, servet, şöhret ve iktidar; bunların hepsi birer geçici heves, boş avuntu ve beyhude (boş) gayretler değil miydi? 

     Nefsinin EMMARE (emreden) mertebesinde kalıp, bir türlü mânen yükselemeyenler için; ahlâk ve fazilet kavramları gibi, ulu ve ulvî (yüksek) değerlerin bir anlamı yoktu ki...Onlar bunun için cehalet (bilmezlik) karanlığında kalmışlar ve risalet (peygamberlik) nuru olan Kur’an’ın ışığından bir türlü nasiplenememiş; biçare, hatta zavallı kimselerdi. 

     Zaten İslâmiyet’ten önceki Arap bedevilerinin, içinde bulunduğu zulmet ve zulüm devrine, bunun için cahiliye dönemi denilmişti. İlimden yoksun; dolayısıyla bilgiden, bilinçten, ideal, adalet ve feragat hislerinden mahrum; hak ve hukuktan habersiz bu topluluğa gelen Peygamber ne çileler, ne zorluklar çekmişti...

     Bir gün birisi gelmiş ve kendisine sormuştu: 

     ‘Gökten daha ağır, yerden daha geniş, denizden daha zengin, taştan daha sert, ateşten daha sıcak, zemheriden (karakıştan) daha soğuk ve zehirden daha acı ne vardır?’ 

     Ona şu cevabı vermişti: 

     ‘Suçsuz olan kimseye iftira etmek, gökten daha ağırdır. Hukuk, yerden daha geniştir. Kalp, denizden daha zengindir. Kinle dolu kalp, taştan daha serttir. Zalim idareci, ateşten daha sıcaktır. İkiyüzlü kimseye muhtaç olmak, zemheriden daha soğuktur. Sabretmek, zehirden daha acıdır.’

     Sonra bir başkası gelmiş ve o da: ‘İlim niçin önemlidir?’ diye sormuştu. 

     ‘Çünkü’ demişti, ‘İlim maldan hayırlıdır. İlim seni koruduğu halde, sen malı korursun. İlim hâkim, mal mahkûmdur. Mal sahiplerinin hepsi öldü gitti. Ama ilim sahiplerinin eserleri, elden ele dolaşıyor. Her kap içine bir şey kondukça daralır. Bilgi kabı dolduruldukça genişler. Ahmak kişinin kalbi ağzındadır. Bilgin kişinin lisanı kalbindedir. İnsanın sözü aklının ölçüsüdür.’ Daha sonra ilâve etmişti: ‘Bilgisiz yapılan ibadette hayır yoktur. Anlayış vermeyen ilimde hayır yoktur. 

     ‘Çünkü servetin en büyüğü akıldır. Tefekküre götürmeyen Kur’an okumakta, hayır yoktur. 

     ‘Mirasın hayırlısı ilimdir.

     ‘Çünkü kişi bilmediğinin düşmanıdır. Cahillerin silahı şikayet, kötülerin silahı çirkin sözlerdir.

     ‘Çünkü ilim alçakta kalanları yükseltirken; cahillik, yüksektekileri alçaltır.    

     ‘Sanatın hayırlısı edeptir. Çünkü edep aklın suretidir. En iyi sermaye ibadettir. 

     ‘En iyi rehber salih ameldir. 

     ‘Huşû olmayan namazda hayır yoktur. Cömertlik olmayan zenginlikte hayır yoktur. 

     ‘Boş sözlerle vakit geçirilen oruçta hayır yoktur. Nefisle savaşmak en güzel cihattır. 

     ‘Doğruluk keskin bir kılıçtır. Eğri olanı keser. Çünkü eğrinin gölgesi de eğridir.’ “

     (Taşkın Tuna)