Sabahın erken saatlerinde İstanbul meydanlarında, oradan oraya koşuşan, işlerine vaktinde yetişmeye çalışan İstanbullulara bir keresinde sorabilsek:

“İstanbul’da yaşıyorsunuz. İstanbul’un farkında mısınız acaba?”

Şaşkın şaşkın, bön bön yüzümüze bakacakların sayıca çokluğu; inanın bizleri şaşkına çevirecektir.

Çünkü onlar İstanbul’da yaşayıp da İstanbul’u yaşamıyanlar zümresindendir.

İstanbul gibi her köşesi tarih olan bir şehirde, her an tarihle karşı karşıya kalan İstanbullu; İstanbulu tanıdığını sanır. Bu sanış aslında ülfet ve alışkanlıktan ileri gelmektedir. Her zaman görüyor ya öyleyse biliyor demektir.

İşte bu yabancılamayış ve bu sanı, katmerli bir cehaletin üstüne çekilmiş bir perdedir. Hakikat noktasından bakılırsa, aslında bu biliş zannettikleri; cehilden başka bir şey değildir.

Ve bilelim ki bizlerin asıl cehli, bildiğimizi sandıklarımız hakkındadır.

İşte bu İstanbulda yaşamak fakat İstanbulu yaşamamaktır.

İstanbulun dört bir yanında yer alan tarihsel binalar, heykeller, selâtîn câmileri, kiliseler, saraylar ve bu gibiler; bizleri kendi zamanlarına götürmeli.

Tıpkı denizde hâsıl olan cezir / denizin çekilişi misalinde olduğu gibi, bizleri geçmişe çekmeli. Bizlere geçmişi yaşatmalı. Hiç olmazsa hatırlatmalı.

Yine med / denizin gelişi gibi bizleri maziden çekip alarak güne getirmeli.

Tarihsel eser ve kalıntılar zihin ve dimağımızda böyle mânevî med ve cezirlere / gel-gitlere sebep olmuyorsa, işte bu İstanbulda yaşamak fakat İstanbulu yaşamamaktır.

Bir bakıma tarihî eserler, bast-ı zamana / zamanın geriye doğru açılıp genişlemesine vesile olmalı. Tarihsel bir seyr-i sülûka / iç yolculuğa dalmamızı, tarihsel bir yolculuğa çıkmamızı sağlamalı.

Böyle olmuyorsa işte bu İstanbulda yaşamak fakat İstanbulu yaşamamaktır.

İşte tarih kalıntıları ve tarihsel eserler, İstanbulluya denizdeki med-cezir / gel-git hâli gibi duygular yaşatıyorsa, her ne görürse bu ilimdir.

Yoksa ne kadar bakmış, ne kadar çok görmüş de olsa, o eser hakkında beslediği zan ve sanılar cehalet ve bilgisizlikten başka bir şey değildir. Çünkü sathî, çünkü yüzeyseldir.

Topkapı Sarayı’nda binalar arasında, yeşillikler içinde yıllarca kalıp otlayan bir öküz düşünelim. Evet Topkapı Sarayı’nda yaşıyordur. Fakat Topkapı Sarayı’nı yaşamış sayılabilir mi?

Velhasıl İstanbulun taşına toprağına tarih hesabına bakan, onun rehberliğinde geçmişe inip çıkmasını bilen biri, her ne görse ilimdir. Bilgisizce, boş gözlerle bakanın bildiği şey ise cehilden başka bir şey değildir.

İşte tarih bilgisi ve tarih bilinci ile İstanbula bakan, gerçek İstanbulu görür. Bilinçsiz ve bilgisiz bakış ise manevî karanlıklar içinde bırakır insanı.

İşte böyle bir insan İstanbulda yaşamakta fakat İstanbulu yaşamamaktadır.

İnsanın yaratılışça bir meziyet ve üstünlüğü de şudur: Çevresinde olanı biteni anlamak istemesi.

Kendi varlığının farkında ve bilincinde olduğu gibi, kendisinden önceki insanları bilmesi, yaptıklarını görmesi. Yapılış neden ve niçinlerine vâkıf olmak arzusu.

Kendisini anladığı gibi, öncekileri de anlaması, sonrakilere kendisini anlatacak eser ve yapıtlar bırakmasıdır. Mazide cereyan edenler de dahil çevresinde olup biteni algılamak ve kavramak iştiyakıdır.

Kendi söz ve yazılarını fehmedip, anladığı gibi, öncekilerin bıraktıklarına da kulak vermesi, sonrakiler için de seslenmek ihtiyacını hissetmesidir.

Çevresindeki her şey sağır adam gibi sırf kendisiyle yetinirken, insan; ortamındaki her şeyle lisanı hâlle / hal diliyle konuşmak, görüşmek ve onlarla hem-hâl olmak iştiyak ve istemindedir. İşte bu duygularla mücehhez ve donanmış olmayan insan, İstanbulda yaşamakta fakat İstanbulu yaşamamaktadır.