‘’Şehirlere bombalar yağardı her gece, biz durmadan sevişirdik..’’ demiş diyen. Bombalar mıydı şehirlere yağan, yoksa ihanetin kızıl yağmurları mı? Meydanlar mıydı kırmızıya boyanan, yoksa masumların buz tutmuş hülyaları mı? İnsanlar mı bölünen, yoksa fikirler mi? Göklerde dalgalanan özgürlük nişanı mı bayraklar, yoksa etten kemikten bir kumaş parçası mı? Onur mu, şan mı, şeref mi göklerde yükselen, yoksa seçkin bir belanın helezonları mı? Sahi, şehirlere yağan, bombalar mıydı? Peki renk renk hayaller miydi -sev-işenler, yoksa sonsuzluğu yutmuş gri hatıralar mı? Bu –sev-işenler, işvebaz nefislerin sahte çığlıkları mıydı yoksa? Yoksa, yoklar ülkesinde var olmuş -çile-nin ta kendisi mi?

Realite konumlandırması yapacak olursak şehirlere yağan, 90’ların başında Orta Doğu’ya barış ve demokrasi masallarıyle girip, günümüze kadar kan ve kaostan başka bir şey getirmeyen -büyük oyuncular-ın adi fikirleri; durmadan sevişenler de,kelimenin tam anlamıyla makyavelizmin kölesi olmuş sözde demokrat bu ‘’vampirlerin’’ , bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde hendekleşmiş kumpaslarına ortak olanlardır. Konu yine dönüp dolaşıp kaotik zamanlarda benimsenmesi gereken- milli muhalefet- anlayışının önemine geliyor. Fakat toplumdaki kemikleşmiş klişelere ayna tutmak, ne yazık ki artık bir baltaya sap olmuyor. İnsanlar, bakmayla görmeyi ayırt edemiyor. Koskoca dünya gözbebeklerine sığıyor, lakin yine de izanı nehyetmekten kendilerini alamıyorlar. Tekebbürle süsledikleri münkir zihinlerini hakikati çözmek için yoracaklarına, basmakalıp aykırılıkların peşinden sürükleniyorlar.

Hayatta her materyalin her olgunun her sistemin ve her mekanizmanın bir ilmi vardır. Yalnızca uluslararası ilişkiler ya da devlet içi politikalar bağlamında düşünülmemesi gereken siyaset de; oldukça geniş tabanlı, soyut bir eylem olarak bu kapsamın içine girer. Dolayısıyla siyasetin de bir ilmi vardır. Siyaset ilmini bilmeyen siyaset yapamaz. Ortası delik bir kovaya su doldurmak gibi mantıktan yoksun bir amaç taşıyan, neticesi de yalnızca kuru gürültü olan laf ebeliğinin önüne geçemez. Mesela milletçe, girift bulmacalarla örülü sözde –davalarla- boğuştuğumuz bu zamanlarda bile, hala belli kesimlerin ‘’yayın yasağı’’ , ‘’hükümet istifa’’, ‘’katil devlet’’, ‘’güvenlik açığı’’, ‘’bu MİT ne iş yapar ağbi’’? gibi meseleleri vizyonsuz ve kronik bir kafayla gündeme alma çabası, toplum mühendisliğinin küreselleşmeyle birlikte çok tehlikeli bir hal aldığının simgesidir. Bu konuda biraz daha derine inelim.

Fransız sosyolog Bourdieu, ilk olarak Aristotales’in kitaplarında rastlanan ‘’habitus’’ kavramını; toplumsal faillerin algılama, hissetme, düşünme ve davranma şemaları olarak içselleştirdikleri toplumsallık olarak tanımlar. Buna göre ‘’habitus, toplumsal faillerin günlük hayattan siyaset alanına, kültürel beğenilerden konuşma tarzına kadar bütün toplumsal pratiklerini yapılandıran içsel yapıdır’’. Daha kısa tabirle de ‘’bireyin eyleme dönük yatkınlıklar seti’’ şeklinde özetlenir.

Bireyin doğumundan itibaren birincil ve ikincil ilişkilerinde takındığı hatta takınmak zorunda olduğu ‘’siyasi’’ tavrı da içinde barındıran habitus, periferi etkisi ile şekillenebilir bir olgudur. Bu -oymacılık- işlemi, masumane olarak önce ailede başlar, sonra eğitim hayatında netlik kazanır ve ölene kadar da sone ermez. Bu hususta masumluk perdesinin dışına çıkılan nokta ise; kimilerine ütopik gelen, az evvel değindiğim –büyük oyuncuların- zaif gördüğü toplumlara karşı, çeşitli kitle ikna -silahları- aracılığıyla karakterden düşünce yapısına kadar her konuda(habitus) uyguladığı hipnotize politikasıdır.

Sonuç olarak darbe girişimleri ve aktivist hareketler gibi bayağı, fakat dokunduğu yerde de iz bırakan –oyunların- artık eskisi gibi işe yaramadığını anlayan küresel aktörler, maalesef, ulus devlet niteliğindeki Türkiye’yi -raconun- sınırlarını aşmadan silkelemeye çalışıyorlar. Kısacası, adı KAN EMİCİLİK olan bu oyunu kuralına göre oynuyorlar. Bizim garipler de habituslarının ne denli deforme edildiğinden bihaber, bu kirli oyunları muannidane bir cehaletle temaşa ediyorlar. Hatta temaşa etmekle kalmayıp, ülkece maruz bırakıldığımız dehşetengiz aksiyonların tümüne, tam da bu -aksiyonerlerin- istediği tonda bir reaksiyon gösteriyorlar.

Anlatmaya çalıştığım, apaçık ortadır. Eğer dikkat buyurduysanız, yazı boyunca terör kelimesini kullanmadığımı farketmişsinizdir. Çünkü mânâ, kelimede(maddede) değil ruhtadır. Meseleye, halk olunmasına engel olamayacağımız cismani boyutundan yaklaşmak yerine, üstün bir tefekkürle ruhani cepheden nazâr etmeye çabalamak; zannımca milli istikbalimiz adına daha hayırlı olacak, idrak ve izan penceremizi kapanmamak üzere aralayacaktır.