Birinci Dünya Savaşı’ndan Milli Mücadele yıllarına Türk esirlerinin esaret hikayesi

TÜRK ESİRLERİ RÖPORTAJI

FUNDA AKOSMAN ERMAN  / İSTANBUL

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniveritesi Tarih Bölümü başkanlığında,  "Birinci Dünya Savaş'ından Milli Mücadele Yıllarına Türk Esirlerinin Esaret Hikayesi" başlıklı konferansa katılım yüksekti. Muhteşem hazırlık ve sunum tüm izleyenleri çok duygulandırdı.

Prof. Dr. Bingür Sönmez hocam Sarıkamış esirlerinin çilelerini, Rusların insanlık dışı davranışlarını, katletmelerini, tüm süreci, kendi araştırmaları ile detaylarıyla ortaya çıkarmış, kendi finanse etmiş ve tarihimize armağan etmiş, yakında kitabı da çıkıyor, bugün dinlediğim için şanslı hissettim kendimi.

Tarih Bölümü Başkanı, sayın Prof. Dr. Fatma Ürekli bu konferansı organize ettiği için, değerli konuşması İÇİN de çok teşekkürler ve Tarih bölümü öğretim görevlisi ayrıca Önce Vatan Gazetemiz yazarı da sayın Prof. Abdulvahap Kara hocamız da müthiş konuşmasıyla bu özel güne noktayı koydu.  2 yıl boyunca yurt içi ve yurt dışında emek vererek araştırarak Harika bir eser ortaya çıkarmış.

Tarihimize sahip çıkmalıyıza çok güzel bir örnek oldu bugün, hem tarih öğrencileri hem diğer davetliler ayakta alkışladı. Konferansın sunumunu tarih hocamız Sayın Dr. Işıl Tuna başarıyla gerçekleştirdi.

Bir katliam ve bir çileli tarihe ışık tutuldu bugün, efsane yazan askerlerimizi ve sivil halkımızı anlatan tarihe katkı sağlayanlara gönülden teşekkürü borç bilirim. Bize de sizlere duyurmak, haber vermek görevi düşer. Önce Vatan Gazetemizin Haber Müdürü değerli M Kemal Sallı muhteşem fotoğrafları ile ölümsüz kıldı bugünü çok teşekkürler.

PROF. DR. BİNGÜR SÖNMEZ:

4-5 ay boyunca kar,

şehitlerimizin kefeni, yorganı olmuştur!…

1915 Mart Nisan aylarında Ruslar tarafından çekilmiştir Son silah Mart Nisan aylarında atılmıştır. 5 Ocakta atılmıştır. Mart Nisan yaklaşık 4-5 ay boyunca kar şehitlerimizin kefeni, yorganı olmuştur defnedilmeyi beklemişlerdir. Karların erimesiyle beraber şehitlerimiz ortaya çıkmıştır. 

Şehitlerin sembolü gelinciklerdir ama Sarıkamış şehitlerinin sembolü her zaman kardelenler olmuştur. Bu Sarıkamış'ın batı girişi bu filmler Ruslar tarafından propaganda amaçlı çekilmiş. tüm Rusya'ya dağıtılmış. II. Dünya savaşında Kargele açıklarında elde edilmiş daha sonra benim özel çalışmalarımla televizyon arşivlerinden elde ettiğim filmler bunlar. Bugün siyaz beyaz tüm arşivler benim zamanımda belgeselci dostlarımdan temin ettiğim görüntülerdir. Bu tür bir belgesel çalışması yapmak isterseniz tüm arşivim emrinizdedir. 100 yakın böyle çekilmiş kısa uzun filmler var. Mustafa köyün imamı diyor ki bir çukara 500 ila 1500 arasında şehiti defnettik. şehitlerimizin masrafları bizden toparlayın defnedin diyor enfeksiyon korkusuyla. Şehitlerin toplanma işlemi 3/4 hafta sürüyor -40 derece açlık korku. Ruslar şehitlerin ayağına atların ipini bağlayıp çekmeye başladılar. 

Profesör Attilla bey çok değerli Tatar Tarih Türk bilimci Birinci Dünya Savaşında Rusya’daki Türk esirleri konusu ne Türk Tarihi ne Rusya tarihi kaynaklarında esirlerin tam isim listesi belirlenmiştir. Savaşların bittiği yer şehitlikler ve esir kamplarıdır. Peki savaş esiri nedir?  Savaş esnasında taraflardan bir tarafı ele geçirilen düşmanların resmi ordusuna mensup, statüleri sözleşmelerle garanti altına alınmış asıl savaş unsurlarını ifade eder. Fakat esir alınacak unsurların düşman ordusuna ait resmi üniformayı giymeleri şart değildir. Düşmana karış silahlı çatışmaya giren sivil güçler veya herhangi bir askeri güçle ilgisi olan insanlarda esirdir. Biraz sonra göreceksiniz ki orada büyük bir soykırım yaşanmıştır. Kafkasya Genel Valisi cephe hatlarına yakın hassas bölgelerdeki 10 bin dolaylarında Müslümanın teşhir edilerek Rusya'nın iskelesine gönderilmesini emir veriyorlar. Bunlarda benim dedelerimde içlerinde 36 yıldır Rus egemenliği içlerinde Rus vatandaşlarıdır ve otomatikman vatan haini muamelesi görürler. Yargısız infazlar yapılır ve isim listeleri bile söz konusu değildir. En önemlisi soykırım şeklinde katliama uğrayan bir halkın Osmanlı çekildikten sonra geri gelen Kazaklar tarafından yakılan yıkılan köylerde acımasızca katledilirler Rus vatandaşı oldukları için vatan haini ilan edilirler sürgün amacıyla esarete gönderilenlerin kesin kaydı bilinememektedir. Sadece benim köyümden 86 kişi esarete gönderilmiştir. 25'i benim akrabamdır sadece 10 tanesi dönebilmiştir. Sivil halkın hiçbirisi Kızılay kayıtlarına geçmemiştir. Gerek esarette gerekse dönüş yolunda Kızılay'ında Kızılhaç'ında himayesini görmemişlerdir. Çünkü esir statüleri yoktur. Esaretle yaşayanların göçler sırasında hiçbir kayıtları olmadığı için gerçek sayıları bilmek mümkün olmadığı gibi maalesef tarihçilerimiz açısından hiç ilgi konusu olmamıştır. Göçlerle ilgili bir ağıt vardır biliyor musunuz? 1/1,5 milyon insan doğudan batıya göç etmiştir. Sarıkamış önlerinden, Erzurum önlerinden Sivas'a kadar gelmişlerdir. Bunların hepsi yaşlı kadın ve çocuklardır. Çünkü gençlerin hepsi askerde, savaş zamanında kaybedilmiştir. Kaçı geri dönmüştür kaçı yollarda yaşamıştır kaçı enfeksiyon nedeniyle kaybedilmiştir hiçbir şekilde bilinmemektedir. Hiç kimsenin de ilgi alanı olmamıştır. Eğer bir soykırım varsa gerçekten soykırım varsa Rusya'ya gönderilenler olduğu gibi doğudan Sivas'a göçenler arasında ciddi bir soykırım yaşanmıştır. 

Sivil katliam şöyle anlatılıyor. Sarıkamış taarruzunda paniğe kapılan Ermenilerin Müslümanlara karşı bir şiddet algısı başlatmasına yetecek kadar etki ediciydi. Osmanlı kaynaklarında bu olaylarda 30 bin kadar insan katledildi. Uzmanların son yıllarda araştırmalarında sayının daha yüksek olduğu sırf Çoruh Vadisi'nde 45 bine kadar varan bulgulara işaret etmekte. Arkadaşlar rakamlara güvenmeyiniz. Bu rakamlar verildiği gün için doğrudur araştırmalar yapıldıkça yeni bulgular ortaya çıkar. Sarıkamış'ta kaç şehit verildi? 30 bine de inanın 45 bine de inanın ama ben 70 bin olduğunu biliyorum. Trabzon, Erzurum, Erzincan gibi yerlerin halkı göç etmeye başladı. Bölge halkı evlerini terk etmeye başladı. Çoğunluğu yaşlı, kadın ve çocuklardan oluşan göçmenler gerek yollarda gerekse gittikleri yerlerde büyük zorluklarla karşılaştılar. Büyük çoğunluğu yollarda yaşamlarını yitirdiler. Ayakta kalanların çoğu ise savaşın bitiminde köylerine dönemediler. Bu göç sırasında büyük ayaklanma yaşanmasına rağmen bu tarihi dram gerek yerli gerek yabancı tarihçilerin ilgi odağı olmaktan çok uzak kalmıştır. 

Batılı tarihçiler Ermeni teşhirine olan ilginin azalmaması için bu göçü kasten gündeme getirmemiş olabilirler. Ama Türk tarihçilerinin de bu durumu hiçbir zaman gündeme getirmemiş olmaması anlaşılır değildir. Onun için yörede yaşayan sivil esirler hiçbir zaman ulusal güvencede savaş esiri muamelesi görmediler ve daima vatan haini muamelesi görerek yargısız infaza uğradılar ve süreç içerisinde angaryalarda çalıştırıldılar. Bargıs benim dedemin köyü. Köye gelen Ruslar siz yıllarca burada Rus ekmeği yediğiniz halde Osmanlı ordusuna yardım ettiniz Osmanlı askeri geldiği halde alkış tuttunuz diyerek halka eziyet başladılar. Onlar gerçekten evlerini, ahırlarını Osmanlı askerlerine açan, yediğini bölüşen yıllardır Osmanlı askerinin gelmesini bekleyen Müslüman askerlerdir. Rıfat bey benim akrabam Osmanlı tamamen çekildikten sonra Sarıkamış'ı şöyle anlatıyor. 7 den 70 e köylerden topladıkları 197 sivili önce kurşuna tuttular daha sonra Sarıkamış'a sürgüne gönderdiler. Bütün tez çalışmalarında 2 yaşından 85 yaşına kadar olan erkek nüfus var. Nargin esaret kampında ilkokul bile açılmıştır. Benim büyük dayım psikolojide okuyan bunları izah edince büyük bir panik oluyor. Salih biraz bekleyin diyor. Salih Kazak bir Türk daha sonra gidiyor konuşuyor ve onların kurşuna dizmesini önlüyor. Ama hepsi kırıla kırıla Ukrayna'nın Kharkiv şehrine kadar yürütülerek götürülüyorlar. Esir düşme, bir asker için en büyük felakettir. Elbette esir olmadan önce kararlı bir şekilde savaştığın kişilere esir düştüğünüz zaman karşılaşacağınız muamele sürprizlerle dolu olacaktır. Fakat Lahey Sözleşmesi'ne göre onlar şahsin esirleri değil, o devletin esirleridir. Elbette savaş ortamında birkaç dakika önce sizi öldürmek için kurşun sıkan, belki yanınızdaki arkadaşınızı öldüren birine karşı geçerlilik tartışmalıdır. Ancak esir alanın vicdanına kalmıştır ve savaşın deli ruhu diye bir şey gerçekten vardır. 1915 yılının 2 Ocak'ında Sarıkamış'ta esir düşen 33. Kolordu Komutanı İhsan Paşa, Bir Serencamı Hal adlı eserinde savaşın cehennemi andıran ateş ve şartelleri altında her an her saniye mevcut olan ölüm tehlikesini pek tabii bir hal olarak kabul etmiştir. Fakat hiçbir zaman hatır ve hayale gelmeyen esaret bir bela yıldırımı gibi benim kişiliğimi ve varlığımı hapsetti der. Kendisi 4.5 ay sonra esaretten kaçıyor. ve mücadeleyle Amerika ve Asya üzerinden İstanbul'a geliyor. İstanbul'a geldiğinde tüm esirler Divan-ı Harp'te yargılanıyorlar. Kendisi Enver Paşa'nın karşısına çıktığında önce bir madalya veriliyor sonra askeri göreve dönmemesi emrediliyor. Çünkü Enver Paşa, o savaşı yaşayan hiç kimseyi etrafında görmek istemiyor. Esirler genellikle kıdemlerine göre tasnif ediliyorlar. En kıdemli olan en uzağa gönderiliyor. Sivil halklar genellikle Ukrayna ve Tiflis civarına gönderiliyorlar. Ama subaylar ne kadar kıdemliyse o kadar uzağa gönderiliyor kaçmaları daha zor olsun diye mesela İhsan Paşa Çin hududuna yakın İrkutsk'a gönderiliyor en uzak yer. 

Bunlar bir köyde esir düşen askerlerimiz bunlar yerli sivil halk binlerce karlar üstünde nakil beklediler. Bu bir köyün tümümün esarete götürülüşü içlerinde kadınlar var görüyorsunuz. Bu da bir Rus arşivi yaralılar var içlerinde. Ali Ataman diyor ki; Sibirya'nın ortasında Doğu Beyazıt'ın bir köyünün tamamını bulabilirsiniz. Bu yaralıların nakli görüyorsunuz öküz arabaları, bir Kazak sürücü Ruslar yürüyerek giderken bizim askerler, yaralılar arabalarla naklediliyorlar. Ama bu problem yaratıyor. 1914'te Berman Başbakomutanına gönderdiği bir evrakta şu bilgilere yer veriyor; Esirler büyük bir problem teşkil etmektedir onlara muhafız,  gerekiyor birçok yaralının tedaviye ihtiyacı var. Berman, görüldüğü gibi esirlerin büyük bir yük olduğu ifade ediyor neredeyse artık esir alınmaması gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Bir süre sonra başkomutanlık Berman'a şöyle bir mesaj gönderiyor. Türk esirler için fazla zaman harcamayın. Bu uyarıdan sonra görüyoruz ki, Ruslar özellikle Kazaklar daha acımasız olmuşlar 1916 yılının Ocak ayında Hasankale'de 13 esir subay 3 sivil askerle yola çıkarılan bir esir kafilesinde yolda yürümekte zorlanan 95 asker herkesin gözü önünde kurşuna dizilmiş Kazaklar tarafından katledilmişlerdir. Kılıçları ne yaptığınızı tahmin ediyorsunuz. Buna benzer o kadar çok döküman var ki sadece bunu size sundum.

 Tiflis'ten bir telgraf var esirlerin durumunu izah ediyor diyor ki; esir vagonları birbiri ardınca uzanıyor, büyük konvoylar halinde büyük ticari vagonlar Türklerle dolu bazen bu insanlar günlerce aç kalmışlar, büyük çoğunluğu hasta, bazıları ise yolculuk esnasında ölmüşlerdir. 1915 tarihli Slova Gazetesi, esirlerin durumunu açıkça ortaya koyuyor. Gece geç vakitlerde Nargin İstasyonu'na esirlerle dolu uzun bir tren geldi. Tren vagonlarında ve çatılarında yorgun askerler oturuyor ve onlar bize yine hediye getirdik diye bağırıyorlar. Tren durur durmaz vagonlardan bir şey talep eden çığlıklar gelmeye başlıyor. Vagonların üstünde ince, kirli, aç, yavan eller görünüyor. Bazen Kırım Rusça kelimelerle Saldar Kardaş Saldar Kardaş Oda Oda ekmek, su diye bağırıyorlar. 60/80 esir sadece ayakta durabilecek şekilde 1-1.5 ay yolculuklar çıkarabiliyorlar. Kapılar kilitleniyor, ısıtma yok, yiyecek yok arada bir çorba ve küflü ekmek veriliyor. Tren subaylar dışında 5 Ocak'a tekabül ediyor binden fazla esir getiriyor. Vagonların kaç kişi olduğuna dair sorulduğu zaman ne bileyim sığdığı kadar doldurdular işte diye cevap veriliyor. Berman, Türk esirler arasında bulunan salgın hastalığın çok tehlikeli olduğunu fark etmiş ve dezenfekte için yönlendirmişti. Ayrıca Türk esirler yola çıkmadan önce Sarıkamış Hamamlı esir kampında veya diğer karantina merkezi olan Kars Sarıkamış esir kampında 2/3 hafta bekletiliyorlar. Bir hastalık var adı da tam bilinmiyor o zamanlar biz biliyoruz Tifüs bu hastalıktan 2/3 hafta içinde ölenler kamptaki toplu mezarlara defnediliyorlar diğerleri ilk trenle Rusya'ya gönderiliyorlar. Bu Sarıkamış'a 5 km uzakta olan Hamamlı köyü esir kampı gibi ve burada güvenlikte yok. İki üç gün aralıklarla hasta kafileleri geliyor. Hastane adı verilen bu çadırlar Türk askerleri için birer ölüm yuvası halinde. Her sabah 15/20 Anadolu çocuğunun arkadaşları tarafından hazırlanmış büyük çukurlara bir bir atıldığnı izliyor. İki büyük çadır arasında bir çukur var sabaha kadar kurtlar ve tilkiler şehitlerimizi yiyor. Cemil Kutlu'nun Atase raporu şöyle Hamamlı'da günde 30/40 ceset çıkıyor ve bu cesetler orman kenarında daha önceden kazılmış çukurlara atılıyor. Bugün orada mükemmel bir şehitlik var ve çok ziyaretçisi var. Hüsamettin Doğaç'ın şöyle bir anısı var. Ruslara esir düştüğümüz zaman 1915 yılının ilk ayının ikinci haftasında bir Rus askeri doktor geliyor salgın hastalık var, karantinada kalacaksınız diyor. Esir treni tamamen karantina altına alınıyor. Sonradan öğrendik ki o sıralarda bu istasyonda müthiş bir dram oynanmış. Birçok Türk esir karantina var diye bulundukları hayvan vagonlarında haftalarca aç susuz bırakılmış ve hepsi açlıktan susuzluktan ölüp gitmişlerdir. Bu iki vagonu Ruslar yakıyorlar. Böyle vagonu imha eden 3-4 olay var. Birtanesinde vagonu istasyon dışına çıkarıyorlar ve çukur açıyorlar kazmalarla, küreklerle cesetleri vagon içinden sıyırarak çukurlara atıyorlar. O kadar utanç verici, yürek burkan anılar var ki 14 Ocak 1915 yılında bir telgraf çekiliyor ve esirlerin birçoğu donmuş. Birçoğu yollarda zaten yaşamını kaybediyor çoğu zaman bu esirler büyük istasyonlarda bunlar Türk esirleri mi diye gösteriliyorlar ve taciz ediliyorlar ve bundan büyük bir övünç duyuyorlar. Sivil halk bunlar çarıkları yok üstleri, başları perişan. 

İsveç Murahhası Kızılhaç yetkilisi Graf Londrof Türk askerlerini şöyle tarif ediyor: "İzdihamdan, kokudan yanlarına varılmayan, kapıları kilitli ve içerisi tıka basa Osmanlı esirleri ile dolu büyük bir tren 1915 Ocak ayının sonunda Sirzan istasyonuna geldi. İçindeki esirler, insan kılığından çıkmış, açlıktan renkleri sararmış, yanakları çökük, elmacık kemikleri dışarı fırlamış, kımıldayamayacak şekilde yorgun ve kuvvetten düşmüş, elbisesiz, ayakları çıplak, kâinatta mevcut bütün bulaşıcı hastalıklarla müptela bir haldeydi. Bu feci manzara insanların yüzlerini kızartacak ve yüreklerini sızlatacak derecedeydi.”

1915 kışında Sibirya'nin Tiamo bölgesine gönderilen 800 Osmanlı esirinin sadece 200'ü ulaşabilmiş gerileri yolda soğuktan, açlıktan, izdihamdan yaşamlarını yitirmişlerdir. Büyük bir bölümü Sarıkamışta şehit düşen bu insanların görünüşü dehşet vericidir. Çoğunun elleri ve ayakları donmuş durumdadır onlar küçük bir dokunuşta acı içinde şiddetle bağırıyorlardır. Birçoğu oldukça zayıf 30 dan fazla esir yolculuk sırasında aşırı zayıflıktan ölmüştür. Gence istasyonuna gelen trenlerde Genceli gençler trenlere dalıyor hastayım çok hastayım deyin diye  yalvarıyorlar. Eğer hasta olurlarsa esarete gitmeyecekler alıkonulacaklar. Cenazeleri alıyor ve İslam üsüllerine göre defnedilmelerini sağlıyorlar. 

Hastanedeki bakıcılar anlatıyor Türk esirlerin kirli ve yırtık elbiselerini yakarken ateşten sesler ve çıtırtılar çıkıyordu. Yanmakta olan giysilerden böceklerin sesleri sanki barut fırlatılmış gibi sesler çıkarıyordu diye eğleniyorlardı. Nargin esir kampı Azerbaycan'da Bakü şehrinin Hazar kapısında Zilhburnu'nun hemen karşısında 900 hektarlık bir alana sahip yaklaşık 2.5-3 km uzunluğunda Hilal şeklinde 800 ila 120 m genişliğinde bir alan. Buradan kaçmak mümkün olmadığı için Rusların ağır suçlular için açık hava cezaevi şeklinde organize edilmiş bir yer ve yıllarca açık hava cezaevi olarak kullanılmış. Askeri bir alan şu anda da kullanılmıyor bizim İmralı Adası gibi bir manga asker sadece muhafaza ediyor ben özel izinle birkaç kere gittim. Donanmanın güvencesiyle ve orada birçok araştırma yaptım.

Kafkasya Genel Valisi Daçkov müslümanların teşhir edilerek Rusya'nın iç kesimlerine gönderilmesini emrediyor. Türklerin olduğu yerlerden uzak olmalarını sağlamak amacıyla. Kafkasya'dan sürülen Müslümanları kapatmak üzere Hazar Denizi'nde bir hapishane olan Nargin Adası oluşturuluyor ve 5 bin kişilik esir Ocak 1915 sonuna doğru varıyorlar. Doğal bir hapishane görünümü olan ada 1915 yılında bir kamp durumuna getirilmiş ve bölgenin ikliminin Türkiye iklimine yakın olması sebebiyle buradaki kampın özellikle Türk esirler için uygun bir kamp olarak düşünülmüş. Bu bağlamda her biri iki katlı olmak üzere 40 tahta baraka inşa edilen Nargin kampında her koğuşta toplam 10 bin esir için tasarlanmış ve bu sayı bazen 15 bine kadar ulaşmıştır. 

Bakın koltuk deyneğiyle yürüyenler de var, bakın birisinin kucağında çocuk var hatta Adada 10 tane kadın esir var. Kampın barakaları tahtadan yapılmış olup döşemesizdi.  Duvarları ise her türlü tesire açık ve örtüsüzdü. Kuvvetli rüzgar bu parçaları örselemiş ve pencereden kırılan camların yerine kağıt parçaları ve paçavralar sokuşturulmuştu. İKlim şartlarına uygun çatılar yapılmadığı için yağmur ve şiddetli fırtınalar esnasında yağmur suları ve aşırı miktarda kum açık yerden içeri girerek koğuşun her tarafına nüfus ediyordu. Hiçbir su kaynağı olmayan odanın en meşhur yeri hemen sahile çıkınca görülen yüzlerce yılan idi. Burayı dikkate alarak adaya zaten yılanlar adası da deniliyordu. Esaretliklerini burada her türlü zorluk ve mahremiyet içinde geçiren Türk esirler için Cehennem adasıydı. Geceleri petrol lambalarıyla aydınlatılan kampın müstakil bir yemekhanesi yoktu. Bu sebeple esir subaylar yemeklerini yattıkları yerde pişirmek ve yemek zorundaydıylar. Bundan dolayı kamp her türlü haşare ve farenin istilasına uğramıştı. Bu durumda periyodik olarak yapılması gereken dezenfekte işlemi yapılmadığından kamp sıhhi şartlardan tamamen uzaktı. 

O yüzden birçoğunu Dr. Yusuf İzzettin Beyin ailesinden aldım aile bana ABD'den ulaştı bütün anılarını verdi bugünlerde yayınlanmak üzere Nargin'le ilgili inanılmaz bilgiler var içerisinde. Doktor durumu söyle izah ediyor: "Pek kuvvetsiz ve ölüme yakın hastaların üzerinde milyonlarca sinek vardı. Esirlere kaba ve zalimce davranılıyor açlıktan zaafiyet geçirenlere hatta yerlerde sürünen malüllere dahi saygı gösterilmiyordu. Onlar sanki sağlıklıymışcasına işe sürülüyorlar kırbaçlarla ağır işkence ve dayak özellikle Türklerin yaşadığı günlük olaylardan."

Bunlar yaşanmış arkadaşlar Adaya Amerika'dan bir heyet gelmiş ve Rusların elindeki esirlere nasıl muamele ettiklerini teftiş ve tahkik etmek için. Kızılhaç tahkik ederken esirlerle sırayla görüşüyorlar, onlar susmayı tercih ediyorlar, akıllık ediyorlar aslında ne çıkar şikâyetten Kızılhaç şikayet etse ne olacak ama Mülazım Ahmet Efendi belki sesimizi dış dünyaya duyururuz diye Rusların yaptıkları kötü muameleleri ve bakımdaki eksiklikleri şikayet ediyor. Zaten onları Ergün bey oğlu rahmetli yayınladı. 

Elbette bu nankörler her türlü ağır cezayı haketmiş bulunmakta yine Haşmetli çarımızın merhamete gelmiş bu iki kendini bilmeze 40 gün katıksız cezası vermeyi uygun görmüştür. Bütün esirler suçlananları merak etmiştir ve iki isim okunmuştur Ahmet Göze Hakkı Burhaniye 40 gün katıksız hapis cezası almıştır. 

Kızılhaç adına Nargin esir kampı koşullarıyla ilgili hazırlanan raporda karşılaşılan durum detaylı bir biçimde anlatılmaktadır. “İsveç, Danimarka, Amerika tarafsız ülkeler olarak bu kamplara girip çıkabiliyorlardı. Bazen bir varenada esirler az yemek verilerek cezalandırılıyordu. Zaten aç bırakılarak yapılan bu ceza tamamen insanlık dışı” 

İsveç konsolosunun önünde enerjik bir şekilde aç bırakma cezasını protesto etmesi üzerine bu cezalar bir süre kaldırılıyor. Sonunda Ahmet Göze'nin emeği boşa gitmiyor. Mustafa Peyaldikov'un Nargin'i ziyaretinde bir vakasını şöyle anlatıyor. Ordaki esirlere yemek o kadar az veriliyordu ki esirlerin birçoğu atılmış kemikleri kemiriyordu. Göreçkör köyü benim dedemin komşu köyü Kamile Dursun diyor ki Türk esirler olarak ben diyim 3 bin sen de 4 bin kişiydik her gün en az 30 kişi açlık ve susuzluktan ölüyordu. Bizden başka milletlerdende orada esiri olan vardı. Macarlar ve Almanlar. onların yemekleri bizden daha iyi olmalı ki biz onların çöplüklerinde kemikleri görürdük şayet fırsat bulursam o kemikleri taşla ezer yerdim. Neriman Nerimanov hanım çok iyi bir siyasetçiydi Hürmet partisi lideri koministti aslında. Mustafa Kemal'e 5 bin altın gönderip daha sonra kardeşin kardeşe borcu olmaz diyen bir önemli insan. Stalin tarafından öldürüldü daha sonra. Lütfen Neriman Nerimanov'un hayat hikayesini çok iyi öğreniniz. İstiklal savaşımızda çok önemli yeri var. Ben sağlamlar için verilen yemeği gördüm itini seven bir insan onları itine vermez burada çoğu zaman su da bulunmaz. Burada insanlar susuzluktan ölüyorlar. Bunlar yine Kızılhaç ekiplerine propaganda amaçlı çekilen filmler dolayısıyla etler var içinde görüyorsunuz. Reklam amaçlı çekilmiş filmler adada yaşayanlar bir kap suya muhtaç öyle zamanlar oluyor ki esirlere 6 gün su verilmiyor. Şehirden kayık ve gemilerle getirilen su ise öncelikle esir kampında sorumlulara dağıtılıyor ancak artarsa esirlere veriliyor. Bir insan 48 saat susuz kalırsa böbrek yetmezliğine gider. 

TRT çok önemli bir belgesel yaptı (belgeseli izletiyor)

bunu bizzat ben yaşadım bir bilim adamı konferans veriyordu. Benim atam derdiki o adada Türkler var dalgalar onları götürsün diye yine bir rapor var esirlere zalimce davranılmasıyla ilgili. Açlıktan zaafiyet geçirenler hatta yerlerde sürünen malüllere karşı saygı gösterilmiyor. Kırbaçla ağır işkence ve dayak teklemelenmeri gibi. Adada toplu mezarlar var. Bakın şöyle toprağı ayağınızla eşin hemen kemikler çıkıyor. Askeri esirlerden başçavuş Süleyman Nuri bey toplu mezarların yolunu merak eder adanın ucuna ölen esirlerin yerini görmek ve bu vesileyle onları ziyaret etmek için bir gezinti yapmaya gider. Bir çukara yaklaşır, çukur yarı yarıya doludur ve çukur içine atılmış ölüleri görür. Ölülerin üzerine atılmış kalın bir tabaka kireç yüzünden ölüleri saymak mümkün değildir. Buradan koğuşa geçince kıdemli olan erlerden 50 mlik çukarlar kazıldığnı her birine balık istifi şeklinde koya koya 50 kişiye tamamlanınca çukur kapatılırak hemen başka bir çukur açılarak ona geçildiğini söyler. Bakın gördüğnüz gibi bu kemikler şu an ortalıkta Bakü mezarlığında defnedilmesini sağladık. Yapılan incelemelerde Sarıkamış'tan 4 ayrı insana ait olduğu tespit edilen kemiklerin Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde dördününde enfeksiyon ve açlıktan vefat ettiklerini öğrendik. Bu kemikler müzede sergilenecek. 

Doktor Neriman Nerimanov bu odada 80'i geçmiş 2-15 yaş arasındaki çocukların nasıl mahkum hayatı yaşayabilirlerdi diyor. Bakın bunlarda eğlenen, keyif yapan, denize giren çocuklar. Bunlar hep propaganda amaçlı çekilen Rus kaynakları. Muallim Abdurrahim Pertev bey esir kampında 9 bine yakın esir olduğunu 120 kadar ilkokul çocuğu bulunduğunu tespit ediyor ve diğer muallim arkadaşlarla beraber 25 öğrenciyi bir sınıfa başlatıyor. Daha sonra bu 125 kadar çıkıyor ve 6 ay sonra çocuklara okuma yazma belgesi veriliyor. Neriman Nerimanov diyor ki adayı bir ziyarete gidiyor keşke bir buraya gelmez olaydım. Bir deri bir kemik bedenleri, fersiz gözleri, ahu zar eden bu insanları görmez olsaydım diyor. Efendim su efendim yemek, efendim yiyecek, efendim hörek, efendim palta olmadan çölün içinde olsaydım. Keşke çıplak keşke dudakları soğuktan titreyen, yüzleri gözleri morarmış anasız babasız çocuklarla konuşmamış olsaydım. Keşke hastanede can veren şu yiğitlere rast gelmemiş olsaydım. Açtığı büyük bir kampanyayla Bakü'de çok büyük yardımlar topluyor ve defalarca ziyaret ediyor, çok özel hizmetler getiriyor oraya. Buna benzer İlgiliz kamplarında da takım elbiseleri içinde futbol yarışmaları yapan, bütün aile çalışan esirlerde biliyoruz. Oradaki zulümlerde ayrı bir konu gerçekten. Bakın ne kadar keyifli arslan gibi hepsi. 

O dönemde Bakü gazetesinde ilanlar çıkarılıyor yardım edenlerin ismi büyük cesaretle ilan ediliyor yardım etmeyenlerde kınanıyor. O gazetecileri gerçekten kutlamak lazım. İkbal Gazetesi Mehmet Emin Su, sayısız isimler var Ruslara rağmen korkusuzca yayın yapan gazeteciler minmet duymamız gerekir. Erivan Bölgesi'nde yaşayan Türkler Nevruz Bayramı'nda imtihan dönemi kabul ederek evvelki yıllarda olduğu gibi gösterişli harcamak yerine Martın 9. günü camiye gidecek orada dua edildikten sonra herkes bayram hazırlığı için harcayacağı parayı Sarıkamış için yardım olarak toplayacaktır. Bin, bin beşyüz manat paralar toplanıyor o zaman. Gene Nevruz Bayramı'nın 3. günü bir dergi çıkarılıyor. Sizler çok gençsiniz bilmezsiniz eskiden bayramlarda gazete çıkmazdı gazeteciler sentez bir gazete çıkarırdı sadece bütün aboneler o gazeteler giderdi o parayla gazeteciler sendikaları ayakta dururdu bu bir nezaket kuralıydı hiçbir gazete basılmazdı. Daha sonra bu kural bozuldu. O günde böyle bir kural konuluyor bir dergi çıkartalım başka hiçbir yayın çıkmasın deniliyor. 11 Mart’ta böyle bir dergi çıkarılıyor. Gazete 10 kapital satılıyor bin 300 manat toplanarak esirlere gönderiliyor. Bakü’de yine 1700 manat para toplanıyor ve esirlere gönderiliyor. Kürdemir Camii’nde 267 manat para toplanıyor mektepte para toplanıyor mektep çocukları bile 188 manat para topluyor ve makbuz karşılığında cemiyete gönderiliyor. Cemiyet ve Bakü hükümeti nezdinde yapılan gelişmeler sonucunda özellikle subayların hafta sonlarında adadan Bakü"ye gelmesi sağlanıyor. Adadan önde gelen ailelerin kızları esirleri alıyor, şehirde dolaştırıyor, ihtiyaçları karşılanıyor, bütün paraları cemiyet tarafından ödeniyor. Evlerine götürülüyor, yemek yediriliyor, banyo yaptırılıyor, tekrar esir kampına geri gönderiliyor. Daha sonra 108 esirin kaçması üzerine bu zincir bozuluyor. Ruslar daha ciddi olarak esirlerin muhafazasını ele alıyorlar. Bu esirlerden 122 sinin künyeleri benim değerli arkadaşım Akif tarafından jandarma listelerine kaydedildi. Bu kitapta var isteyene ulaştırabilirim. 

Her Azeri toplantısında tüm masraflar benden diye söylememe rağmen 5 yıldır hiç sonuç alamadım. Büyük çoğunluğu Türk esirlerden oluşan ve en insanlık dışı kamplardan biriydi Nargin kampı esirlere en kötü davranan kamp olarak kısa sürede ünlenmiştir. Nargin kampı Osmanlı Devleti'nin 1818'de Oki'ye girmesiyle son bulmuştur. Bu büyük savaşta evine dönemeyenlerin ruhları şad olsun. 

—————————————————————————

PROF. DR. FATMA ÜREKLİ:

Sibirya’ya götürülen Türk esirlerin

sayıları 20 binden fazladır!…

Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum bugün hakikaten öyle bir konu seçtik ki..Milli Mücadele'nin 100. yılı dolayısıyla esirlerin hikayesidir. Ben de anlatacaklarımda bir nokta üzerine yoğunlaşacağım ve esasında benden sonra gösterimi yapılacak olan belgeselin tarihi arka planını sizlere izah etmeye çalışacağım. Osmanlı Devleti biliyorsunuz 1. Dünya Savaşı'nda çeşitli cephelerde savaştı ve müttefiklerine yardım etmek amacıyla da zaman zaman hem Galiçya'ya hem de Makedonya gibi cephelere asker göndermiştir. Tabii Sarıkamış cephesine girmeyeceğim. Sarıkamış bölgesindeki harekatın olduğu o kısmı Prof. Dr. Birgür Sönmez hocamız bahsetti. 

Şimdi 1. Dünya Savaşı sürecinde Sarıkamış Harekatı olsun, Galiçya Cephesi olsun devam eden bütün büyüklü küçüklü muharebelerde Türk ordusundan binlerce esir alınmıştır. Türk esirlerinin büyük bir kısmı Sibirya'ya götürülüp oldukça geniş bir coğrafyada ikamet ettiriliyordu ve barındırılıyordu dağınık bir haldeydi. Yani bunların sayıları 10 binden 20 binden fazladır. Savaşın sonuna doğru Rusya'da yeni bir rejim ortaya çıktı Bolşevik İhtilali başladı ve ardından iç savaşın neticesinde bir süredir Alman komisyonlar tarafından sürdürülmeye çalışılan esirlerin yurda getirilmesi işlemi zaten kesintiye uğramış ve devam edememiştir. Çeşitli başvuru çabaları vardı Türk Hükümetinin esirlerin iadesiyle ilgili ama bunlarda sonuçsuz kalmıştır. İttifak grubuna bağlı bulunan devletlerin biliyorsunuz Osmanlı Devleti'nin müttefiki olan devletler 1918 yılı içinde ve sonlarına doğru yenilgiyle artık birer birer savaştan çekilmeye başlamışlardır. Bundan sonra Rusya'da kalan savaş esirlerinin ülkelere dönüşü ise İtilaf devletleri nezdinde sürdürülecek girişimlerle mümkün olabilecekti. Mondros Mütarekesi imzalanmış Osmanlı Devleti mütarekeden sonra esirlerin iadesini konusunda o güç şartlarda bile yoğun çaba sarfetmiştir. Bunda bugünkü Türk Kızılay'ının da çok büyük katkıları vardır. Bu işi Osmanlı Devleti, İstanbul'daki İngiliz yüksek komiserliği ve merkezi Bern’de bulunan milletler arası Kızılhaç komitesi olmak üzere iki merci üzerinden yürütmeye gayret ediyordu. 1919 yılı Ekim ayında milletlerarası Kızılhaç komitesi itilaf devletleri yüksek merciine müracaat ediyor. Bu arada Sibirya'da kalan esirleri, elbette orada Türk esirlerin haricinde Alman, Macar, Bulgar, Avusturyalı esirler de var onların ülkelerine iadesi meselesi var. Ancak Türklerin Türk esirleri meselesi ile ilgilenecek olan kimdir Hilal-i Ahmer Cemiyeti'dir yani bugünkü Türk Kızılay'ıdır. Bu sırada biraz önce söylediğim gibi Rusya'da durum oldukça karışık Bolşevik İhtilali var yeni yönetim var ve kendi rejimlerini tehdit olarak gördükleri için itilaf devletleri Rusya'ya asker çıkarmışlardır. Rus topraklar üzerinde ilerleyebilecek kadar yeterince kuvvetli olmadığı için bu sefer Amerikan ve Japon kuvvetlerinden de yardım talep edilmiştir o zamanlar. Japonlar bu davet ve istek üzerine 5 Nisan 1918'de Vladivostok'a asker çıkarıyor. Sibirya'da baş gösteren ayaklanma neticesinde Amerika ve Japonya binlerce askeriyle Doğu Sibirya'ya giriyor ve oraları kontrol altına almaya başlıyor. Şunu hatırlatmakta fayda görüyorum 1. Dünya Savaşı içerisinde ittifak devletleri safında yer alan Osmanlı Devleti'yle, itilaf devletleri safında yer alan Japonya iki rakip idiler. Fakat iki ülke arasında bildiğiniz üzere fiili savaş hali söz konusu olmamıştır. Japonya bildiğimiz gibi Çin'deki Alman kolonilerinde Almanya ile savaş halinde bulunmaktaydı ve bu arada az da olsa müttefiklerine yardım amacıyla Akdeniz'e girmiştir yani Akdeniz'de boy göstermiştir 1917'li 19'lu yıllarda yani müttefiki olan İngiliz Fransız nakliyat gemilerini, Alman denizaltılarını korumak üzere oraya kuvvetlerini, filosunu gönderiyor ve bir süre Akdeniz'de faaliyette bulunuyor, Malta Adası'nda faaliyette bulunuyor. Mondros Ateşkes antlaşmasından sonrada İstanbul'a kadar geliyorlar. Japonlar Vladivostok'tan Trans Sibirya hattı boyunca Baykal Gölü'ne kadar ilerliyorlar ve o hattı Nisan 1920'de kontrol altına alıyorlar. Bu kontrol altına aldıkları bölgelerde Rusya'dan kalan Türk esirler var ve bu bölgeye esirler nakledilmektedir. Böylece bu esirlerin kontrolü de kime geçiyor Japonlara geçiyor artık esirlerin iadesi meselesiyle Japonlar ilgileneceklerdir. İşte ben bu nokta üzerine biraz açmak istiyorum ve benim konuşmamın ardından bu hikayeye dair hazırlanan Belgesel sizlere gösterilecek. Çok önemli arşivlerde ATASE ve Osmanlı arşivleri, İsviçre'deki arşivler, Japonya'daki Savunma Bakanlığı arşivlerinde hem çekimler hem araştırmalar yapılarak hazırlanan bir belgeseldir. 

Bir taraftanTürk esirlerin nakli ile ilgili görüşmeler yaşanırken Mondros Mütarekesi'nden sonra. Osmanlı Devleti için sıkıntılı süreç vardır. Bu dönemde Yunanlıların İzmir'i işgal ediyor ve Anadolu'nun her tarafında işgalci güçler ile Kuvay-ı Milliye büyük bir mücadele içerisine giriyor. Kuvay-ı Milliye güçlerinin Yunanlılarla mücadele ettiği bu buhranlı dönemde bile yine Türk esirlerinin iadesi meselesiyle ilgilenilmiştir. Bunun için müzakerelerde, girişimlerde bulunulmuştur. İstanbul'da itilaf devletleri donanması tarafından işgal edilmiştir. Dolayısıyla hükümet, esirlerin iadesi meselesinde hep İngiliz komiserliğine başvurmak zorunda kalıyor. Tabii öyle bir şey ki başvurduktan sonra esirlerin idaesi için gerekli müracaatta bulunacağına Japonya'dan Vladivostok'tan esirlerin gelmesi için gerekli süreci başlatacağına dair söz ve taahhütte bulunmasına rağmen 1919 yılının sonuna doğru bir cevap veriyor. Mavera-yı Baykal'daki Türk esirlerinin sevk işinin Japonya hükümetinin üstlendiğini bildiriyor. Ama bu nakil işi içinde elbette ülkeden yani Türk hükümetinden belli bir para gitmesi lazım. Bu esirler Hint Okyanus'u üzerinden İstanbul'a gelecek ve bu sefer tüm masrafları da Türk hükümeti tarafından karşılanacak. Zaten bu haberler bekleyen esirler arasında duyuluyor. Vladivostok'ta toplanan Türk esirleri merakla, heyecanla o ıstıraplı günler içerisinde kendisini alıp götürecek vapuru beklemekteydiler. Bu süreçte Japon vapur şirketi Katsuva ile yapılan anlaşma neticesinde esirleri nakledecek bir vapur tahsis ediliyor. Bunlar İstanbul'a bu esirleri ulaştıracak masrafı da Kızılay tarafından yani Türk hükümeti tarafından gönderilecektir. Bu parayı kısa zamanda Türk hükümeti yatırmış olmasına rağmen, ilk para Osmanlı hükümeti tarafından yatırılıyor. İngiliz komiserliği tarafından nedense çok geç gönderiliyor ve çok geç müracaatta bulunuluyor ve oyalama taktiğine geçiliyor. Esirlerin geleceğini bir taraftan İngiltere tahayyül ederken bir taraftanda esirlerin getirilme sevkiyatını mümkün mertebe geciktirmek istiyorlar. Neden? Çünkü Rusya'daki esirlerin vatan topraklarına geldiğinde Anadolu'da işgallere başlayan itilaf devletlerine karşı yani kendilerine karşı bir tehdit olacağını düşünüyorlar. Dolayısıyla yapabildikleri kadar oyalama taktiği gerçekleştiriyorlar. Böylece onların oyalaması sonucu esirler 1 yıldan fazla orada ıstırap içinde beklemek zorunda kaldılar. Niyahet diplomatik girişimlerin biraz daha baskı yapması sonucunda İngiltere vasıtayla o para gönderiliyor ve Şubat 1921'de Japonya askeri yetkilileri Türk esirleri taşımak için özel bir şirkete ait Heimei Maru isimli vapuru Vladivostok limanına gönderiyorlar. Heimei Maru vapuru kapasitesi az bir vapur bunun için esirlerin sayısı da birçok kaynakta değişiklik gösteriyor. Heimei Maru, esirleri kaldıracak kapasitede değil oldukça küçük bir vapur. 65 cm ağırlıklarla hazırlanan ranzalar ottolu çuvallarlardan oluşuyor yüzlerce kişi de bu ambarda bir arada uyuyacak. Kadınlar ve çocuklarda var ve bu kadınlar elbetteki orada erlerin subayların evlendiği eşleri ve çocukları. Yine bazı belgelerde vapura kaçak olarak giren Tatar gençlerinin olduğuna dair bilgiler de mevcut. Türk esirler aşılandıktan sonra vapura alınıyor ve kendilerine de şu söyleniyor: Bundan sonra emir komuta Japon'a aittir harfiyen sözü dinlenecektir. Siz askersiniz ama yerinize ulaşana kadar emir komuta katidir der ve böylece hareket edilir. 

O kadar çok binlerce belge var ki bu konu hakkında hocamızın da dediği gibi bu işe gönlünüzü vermeniz lazım. İnanın uykularınız kaçacak bu araştırmalara başlarsanız. Öyle ki memleketin neresinden esirler var onlar bile yazıyor. Şöyle bir baktığımızda Erzurum'dan aynı vapura bindirilmiş 257 kişi var. Trabzon'dan 119 asker, Musul'dan 12, Halep'ten 17, Filistin'den var. Diyarbakır'dan 19, Ankara, Konya, Kastamonu, Bursa, Edirne, İstanbul hele Sivas'tan 252 kişi, Harput var böyle bir liste var. 

Gemi hareket etmeden önce, Yarbay Tsumura esirlere hitaben bir konuşma yapıyor, esirleri motive edici ifadelerde bulunuyor. Elbette bu nutuk kendi hükümeti adına okuduğu bir nutuktur.

Hakikaten çok ilginç bu konuşmanın dikkat çeken ik noktasından bahsedeceğim. Diyor ki Yarbay Tsumura: "Efendiler birkaç güne kadar memleketinize gideceksiniz tüm süreçlerinize bizde iştirak ediyoruz. Sizden ziyade hasretle aileniz sizleri memlekette bekliyorlar. Pek mümkündür ki siz uzun zamandan beri devam eden esaratiniz zarfında bizim muamelemizden belki mahsun oldunuz. Efendiler biz de sizin gibi Asyalıyız gerek sizden gerek bizden her iki millet de Asyalıdır. Sizin adetiniz aynen bizimki gibidir. Bundan dolayı her iki millet birbirini tanımış ve birbirlerine iyi tesir yapmıştır. Memlekette vazifeleriniz yine başka olacaktır döndükten sonra. Bugün dünyanın hakimiyeti artık bugün doğudan batıya geçmiştir, merkezi Avrupa hakimiyeti altında bulunuyor, bunu bilmek ve görmek lazımdır. diyor. Ama gün gelecek ki dünyanın hakimiyeti doğuya kayacaktır. Bunu da sakın unutmayınız. Bunu görerek, bilerek işbirliği içerisinde iki millet olarak çalışmaya devam etmemiz lazım diyor. İki milletin dostane çalışmasına ihtiyaç vardır. Çok vakit kaybetmeden ailelerinize, çocuklarınıza kavuşmanızı temenni ediyorum diye bir konuşması var. 

Türk esirleri böyle anlattığımız vakurla yola çıkıyor aşağı yukarı 45 günlük bir yolculuk yapıyorlar. 23 Şubat 1921'de Vladivostok'tan hareket ediyorlar ve 3 Nisan'da Akdeniz'e geliyorlar. Buraya kadar yolculuk çok iyi geçiyor. Japon mürettabatı gayet kontrolü ele almış çok rahat bir yolculuk gerçekleşiyor. Fakat geldiklerinde Akdeniz'de hiç haberleri yok vatanlarına kavuşacaklarını sanarken Anadolu'da vatan topraklarının işgal halinde olduğunu görüyorlar. O sırada bu gemiye Yunanlılar tarafından bir protesto çekiliyor ve bu esirlerin İstanbul'a girmesi kesinlikle engelleniyor. Çünkü Türk topraklarını işgal ediyor Yunanistan ve esirlerin İstanbul'a dönmesi halinde kendilerine karşı mücadele edeceğinden korkuyorlar. Aynı zamanda da bu esirleri bir taraftanda sanki Anadolu'da o savaşlarda esir almış gibi kendi esirlerinden göstermek istiyor. Yani özetle ikinci bir esaret hayatı söz konusu ve  kendilerine teslim edilmesini İstanbul'a sokulmamasını istiyorlar. Hakikaten bu çok zor ve uzun bir mücadele. Sonuçta 5 Nisan'da Midilli Adası civarında Japon gemisi Yunan Fırkateyni tarafından alıkonuluyor. Heimei Maru  gemisi nakliyat gemisi yani askeri bir gemi değil dolayısıyla kendilerine karşı baskılara ve tehditlere aynı şekilde savunmada bulunamıyor ama direniyor. Japonya Kara Kuvvetleri yetkilisi Yarbay Tsumura, Yunanistan'ın esirleri kendilerine teslim etmesi yönündeki ısrarcı taleplerine rağmen ki bunun içinde 100'den fazla üst düzey subay ve erler var. Kaynaklara göre 19 kadın 17 çocuk var. 

Yarbay Tsumura diyor ki; bu esirleri kesinlikle teslim etmem, benim görevim bu Japon gemisidir hükümetimden aldığım emirle budur sonuna kadar bu görevi yerine getireceğim. Ben İstanbul'a götürmekle görevliyim. 45 gün sürmesi planlanan yolculuk bu şekilde daha da uzamaya devam ediyor. Bundan sonra Yüzbaşı Ali Galip'in gemideyken tuttuğu gün gün raporları var, belgeler var yani o kadar detaylı anlatmış ki, o seyir esnasında günlük neler yaşandı, neler çekildi, ne yediler, ne içtiler, Yunanlılar nasıl bir muamele yaptı bunların hepsi kayıtlı. 6 senedir diyor doğunun en ücra köşesinde esaret altında bulunan Osmanlı esirleri bu kadar vatanına yaklaşmışken 5 Nisan 1921'de Midilli açıklarında Yunanlılar tarafından durdurulması ve sanki Rusya'daki savaşta esir alınmış gibi davranılmasını içlerine sindiremiyorlar. Ayrı bir darbe daha alarak vatanın işgal edildiğini orada öğreniyorlar. Bu uğurda bir mücadele var İstanbul'da Japon siyasi temsilcisi Yunanistan'ı protesto ediyor. Kızılhaç'ın uluslararası diplomatik temasları var, hükümetin temasları var artık en sonunda İstanbul'a sokulmuyor ve Anadolu'ya sürgüne gönderiliyor. Bu süreçte Yunanistan'ın başkenti Atina'ya yakın Pire Limanı'nda tutuluyor. 8 ay boyunca esirler gemide karaya çıkmalarına izin verilmeden tutuluyorlar. Günlük erzak vs. çok az veriliyor. Yunanistan'ın gözetimi altında böyle bir 8 ay geçiyor. Bu süreç içerisinde Milletler Cemiyeti karar alıyor. Gemide yaşlılar, yaralılar ve hastalar var bunlar tespit edilsin hiç olmazsa onlar İstanbul'a nakledilsin deniliyor. Nihayet yoğun diplomatik temaslar sonucunda 395 kişi İstanbul'a Yunan gemisiyle naklediliyor. Nakleden gemide Olimpios Yunan gemisidir. Çok ilginç ki bu gemi büyük baş hayvanları taşıyan bir gemidir o veriliyor ve anlatıyor esirler. Biz ahır gibi bir geminin içerisinde kaldık her taraf berbat ve nefes bile alınamıyor, böceklerle dolu bir gemi. Bizi bu gemiyle naklettiler diye yazılı kaynaklar var. O şekilde bile kurtulduklarına şükrediyorlar. Bir tarafta Anadolu'da devam eden İstiklal Savaşı diğer tarafta 1. Dünya Savaşı'nın mağlup ve galip devletleri arasındaki paylaşım meseleleri, anlaşmalar, bunların yansılamaları devam ederken gemide kalan Osmanlı askerlerini niyahet 8 ay sonunda müzakerelerin sonunda İtalya'ya ait Asinara Adası'na gönderilmesine kararlaştırılıyor. 13 Ekim 1921'de vapur Pire Limanı'ndan hareket ediyor ve Asinara'ya varıyor. Heimei Maru  gemisi Akdeniz'de küçük kayalık bir ada olan Asinara'ya ulaşıyor. Ama öyle bir tesadüf etti ki 17 Ekim'de oraya varıyorlar yani bugün bizim bu çalışmayı yaptığmız gün. 18 Ekim'de de karaya çıkıyorlar ve esirler yerleştirilmeye başlanıyor. Bu ada İtalyanların almış oldukları bir adadır çok bulaşıcı ve tehlikeli hastalıkları olanların karantina olarak bekletildikleri ve ağır suçluların ikamet ettirildiği böyle bir adadır. Yani buradaki barakalarda esirler ikamet ettiriliyor. Tüm bunların detay ve öyküsü zaten belgeselimizde yer alıyor. Artık Japon Yarbay Tsumura benim görevim bitmiştir diyor ve esirlere bir veda konuşması yapıyor ve oradan ayrılıyor. Diyor ki; “ben sizi çok sevdiğiniz vatanınıza kavuşturamadığım için üzgünüm, sizi bu ıssız, insansız, vahşi ve bu kötü görünüşlü yere indirdik. İnşallah umut ediyorum buradan kısa zamanda kurtuluruz diyor. Siz Türklerle tanışmış olma fırsatına nail olduğum için çok bahtiyarım, sizlerde seciye gördüm. Sizlerle geçirdiğim 8 aylık mazi bana çok şey öğretti ve kattı hayati mevzular öğrendim. Yaşamak var olmak elbette sizin hakkınızdır umarım bundan sonra memleketinizin giriştiği bu mücadele zaferle sonuçlanacaktır. 

Heimei Maru gemisi Pire’de tutulurken Japon mürettabından bazıları bu ağır ortam ve koşullar sonucunda hastalanmışlar Yunanistan’daki hastanelerine götürülmüşlerdir. Bir Türk esir, “Allah'tan bize bir şey olmadı Japonlar bu ağır şartlara dayanamadılar bizden ne ölen ne de hasta olan oldu maşallah biz çelikleşmiş adamlarız. Neden olmayalım ki kaderin fırlatıp attığı bizler feleğin öyle işkence tenceresinde piştik ki öyle olur olmaz zorluklar bizi mahvedemez yere vuramaz” diye günlüğüne bu durumu not düşmüştür. 

Rusya'nın Vladivostok limanından 23 Şubat'ta başlayan yolculuk ikinci esaret hayatı Asinara Adası'na vuruyor. Bu adada Nargin Adası'nın aynısı gibi zehirli yılanlar var denize girseler köpekbalıkları var ve adada su yok kimse de yaşamıyor deniliyor. Bazı kaynaklarda balıkçı yaşıyor deniliyor ölçülerine varana kadar yazılmış ne kadar sıkıntılı bir yer olduğu. Yeşillik herhangi bir şey yok, yaşam koşulları zor. Kaldıkları binalar o kadar harap. Ama burada ikamet ettikleri o süreç içerisindeki masraflarını yine Türk hükümeti, Ankara Hükümeti karşılıyor ve gönderiyor. 

Ankara'da TBMM kurulduktan sonra girişimlere başlıyor. Esirlerin iadesi meselesi, TBMM hükümeti bu görevi üstleniyor ve nihayetinde Türk Kızılay'ı yani Hilal-i Ahmer vasıtasıyla bir denizcilik şirketine ait Ümit Vapuru ile esirler 6 ay sonra Çanakkale üzerinden İstanbul'a getirtiliyor. Ümit vapuru için Asinara'ya giden geminin parası Ankara hükümeti tarafından ödeniyor. Filmimizin afişinde Ümit Vapuru'na da yer verdik. Evet çok çetin ve zorlu bir mücadeleden geçmişlerdir esirler burada yaklaşık 620 Türk askerinin İstanbul'a dönüşü 25 Haziran 1922'de mümkün olabilmiştir. Dikkatinizi çekmek isterim ki Kurtuluş Savaşı'nın olduğu dönemde böylesine çetin bir mücadelenin içindeyken bile Türk esirleri unutulmuyor, bırakılmıyor. 7 yıla yakın esaret hayatı böylece bitiyor. Ama döndükten sonra şunu söyleyeyim bu esirlerin içindeki üst düzey subaylar Kurtuluş Savaşı'nda tekrar mücadeleye başlıyorlar. 

Japonlar, tıpkı Ertuğrul faciasından kurtulanları İstanbul'a götürdükleri gibi Heimei Maru gemisi ile de İstanbul'a Türk esirlerini ulaştırma gayretleri var. Yalnız biz Ertuğrul faciasını biliyoruz ama bu esirlerin getirilme hikayesini nedense göz ardı ettik, unuttuk. İşte biz bunu da hatırlayalım unutmayalım diye bugün bu hikayeyiyi konu alan belgeseli de göstereceğiz. Yarbay Tsumura üzerine aldığı görevi her ne şartlarda olursa olsun başarıyla yerine getirmiş ve kendisine emanet edilen esirleri, tüm ısrarlara ve baskılara rağmen Yunanistan'a teslim etmemiştir. Bu gayreti zannediyorum ki bugün tam adı konulmayan Türkiye Japonya arasındaki bir gönül bağının kurulmasına vesile olmuştur. Japon hükümetinin de elbette siyasi olarak bazı amaçları vardı ancak biz belgelere dayalı olarak yapılan uygulamaya bakıyoruz. 

Bugün öyle anlamlı bir gün ki, Heimei Maru gemisindeki Türk doktor Yusuf İzzettin Beyin torunu Betül Al Ahmadi Hanım burada, er olan Mustafa Ahmet'in oğlu Mustafa Dokur'da aramızda.