Gazi Hazretleri’nin Cumhuriyet Türkiye’sini kuruluşundan günümüze ele alacak olursak (1923-2013) Gazi Hazretleri’nin sağlığındaki Türkiye ile günümüz Türkiye’si arasında mukayese kabul etmez farklılıklar derhal kendini gösterir. Zira, (1923-1938) Cumhuriyet Türkiye’si ve millî bütünlüğü simgeleyen halkımız, hiçbir surette, günümüz <Türkiye’si halkı ile> mukayese edilemez. Zira, Atatürk’ün dönemindeki halk her şeyden evvel bir bütün teşkil etmekte olup, yarınlarına müşterek bir iman ve inançla bakan bir toplumdu ki, bunun adı “Millettir!”. 
Peki şu an millet olabilme vasfımızdan ne veya neler yitirmiş durumdayız ki, o yıllardaki gibi bir bütün teşkil edemiyoruz?... Bu sualin cevabını vermek veya verebilmek, hem kolay, hem de zordur. Şöyle ki; hayata sadece mideden bağlı olanlar için kolaydır. Ancak, vatan sevgisi ile dolup taşanlar için, gayet zordur! Çünkü, Türkiye pek kritik bir dönem geçirmektedir!... (1923-1938) dönemi Türkiye bir bütündü, Müslim ve Gayrı Müslim, bir elmanın iki yarısı gibi birbirini tamamlayan unsurlardı ki, böylece millet vasfına haiz olunmuştu. 
Gazi Hazretleri, millî bütünlüğün adını pek güzel koymuşlardı: (Ne Mutlu Türküm Diyene!) buyurmuşlardı. Dikkatinizi çekerim: (Türk olana veya Türk doğana) değil! Yanî bir İmparatorluğun enkazından doğan yepyeni bir Türkiye’nin vatandaşlık hakkını tek bir ırkın tekeline bırakmamış, İmparatorluğun bütün unsurlarını tek bir Bayrak altında toplayıp, yeni vatanda hemen her zümreye asli vatandaşlık hakkı tanımıştı. İmparatorluk döneminde Osmanlı adı, tüm unsurlara şamildi. Şimdi ise, bir hanedanın adı kaldırılmış, yerine bir millet adı konmuş ve böylece bu mukaddes topraklar (TÜRKİYE) adına tesmiye edilmişti. Atatürk’ün döneminde de Devlet maddi zorluklar içindeydi ve bu vaziyet, hemen her sahaya hâkim durumdaydı. Velâkin, vatandaşlar mutlu ve gururluydu. Dahası, gıdasızlıktan verem illetine yakalanan gencecik delikanlılar, küçücük çocuklar körpecik yaşlarda göçüp gitmekteydi. Buna rağmen halkımızın neşesi ve gururu hiç mi hiç eksilmemekteydi. Bunun sihirli sırrı “Vatan sevgisi” duygusunda yatmaktaydı. O duygu ki; Çanak-Kale’de, yedi düvele adeta ot söktürmüştü... 
Ancak, bu değerli hasletin temel unsurunu öğrenmek istersek, Osmanlı İmparatorluğu halkının temel yapısını gözden geçirmemiz elzemdir. Zira bu erişilmesi zor haslet İmparatorluk halkının ruh yapısında mevcuttu ki, bilahare Gazi Hazretleri’nin tesis ettikleri yeni vatanın halkına da sirayet etmiştir. Bunda şaşacak hemen hiçbir husus yoktur. Çünkü, eşsiz Halaskârımız başta olmak üzere, halk aynı halktı, değişen tek unsur ülkenin adı idi, yanî Hanedan adının yerini, bir milletin adı almıştı ve böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti tesis edilmişti ki, bu Türk Milletinin sığınabileceği son kale olmuştur. Dahası sadece Türkiye’nin değil, aynı zamanda “Dünya Türklüğünün” sığınabileceği son kaledir. Yanî Allah korusun şayet bizim Türkiyemiz batarsa, dünya Türklüğü de sahipsiz kalır ve böylece yoklara kayıp gider ve zaten Batılı emperyalistlerin istedikleri de budur. 
Osmanlı İmparatorluğu devrinde akla gelmedik şeytanlıklarla nice taktikler uygulanmış, nice entrikalarla koca İmparatorluğu yer ile yeksan edebilmenin yolları aranmıştı. Ne var ki, uygulanan hemen her plân, her melanetlik, emperyalistlere geri dönmüştü... 
Evet, Osmanlı asla yenilemez bir güce haizdi ve bu gücün sihirli sırrı her ne ise, Osmanlı’yı her şer gücüne karşı korumaktaydı!... Bu konuda en tatmin edici açıklamayı, “HALKIN İSTEMEDİĞİ İNKILAP – MEŞRUTİYET” adlı değerli bir eserin, 81’inci sahifesinde bulmaktayız. Buyurun okuyalım: 
(Ne vakit Osmanlı İmparatorluğunun çöktü, düştüğü bâdireden artık sıyrılamayacağı zehabını uyandıracak büyük bir mağlubiyet felâketi ile bu devlet karşılaşmış ise, gizli ilâhi kuvvet onu yeniden diriltmiş, yıkılışını zevkle seyretmek isteyenlerin hayretten açık kalan ağızları kulaklarına yetmiştir. İşte bu sefer de o İlâhi ve gizli kuvvet tecelli etmiş, imdada yetişmiş, Balkan İttifakı sadece çözülmekle kalmamış; Sırplar ve Yunanlılar, ortakları Bulgarlara karşı fiilen harbe girişmişlerdir.) 
Görülüyor ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun İlâhi koruyucusu, daha sonraki Anavatan müdafaasında da varlığını hissettirmiştir. İstiklâl Harbimizin temelinde bu güç, bu kuvvet mevcuttu. 
Ancak, gerilere gittiğimizde “İstiklâl Harbine” niçin mecbur kaldığımızın hazin hikâyesini bizden önceki nesiller sadece görmemiş bizzat yaşamak talihsizliğine uğramıştır. Talihsizliğine diyoruz, zira nice ihanet ve cehâletin koca bir İmparatorluğu ne yaman şekilde yiyip bitirmiş olduğuna bizzat şahit olmuşlardır. 
O elem dolu günleri bizzat yaşamış olan, Merhum Osman Nuri Lermioğlu (1893-1965) Trabzon’un Akçaabat kazasının Dürbinar mahallesinde, Hafız Memiş Efendi ile Fatma Zehra Hanım’ın ikinci ortanca oğulları olarak, 1893 senesinde dünyaya gelmiş ve 1965 yılında vefat ederek, Edirnekapı Şehitliği’nde toprağa verilmiş bulunan bu muhterem zat: İlk ve orta öğrenimini Polathane’de ikmal ettikten sonra, Trabzon Lisesi’nde yatılı olarak okumuş, İstanbul Hukuk Fakültesinden pek iyi derece ile mezun olmuş; Birinci Cihan Harbi’nin kahredici ateşi altında geçirdiği dört yıl ve Millî Mücadele yıllarından sonra, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk döneminde; İmar ve İskân vekâletinde Hukuk Müşavirliğinde bulunmuş ve böylece muhtelif tarihlerde değişik hizmetlerle Cumhuriyet devrinde de ülkesinin hayrına hizmetler sunmuştur. Bizce en büyük hizmeti de “Hatırat yazarak” muhtelif dönemler hakkında sonraki nesillere sıhhatli bilgi sunmuş olmasıdır. 
Biz, bu merhum vatanperverin hatıratından bazı pasajları aynen geçiyoruz. Zira yalnız yeni nesillere değil, cümlemize yakın tarihimiz hakkında sıhhatli bilgi aktarmak başlıca emeli olmuştur. 
Meşrutiyetin ilânına kadar olan dönem içinde, Osmanlı halkı iktisadi ve sosyal açıdan pek parlak değilse de, hemen herkes hayatından memnun bir ömür sürdürmekteydi. Herkes kanaat ve tevekkül ehli; işsizlik, hayat pahalılığı diye bir mevhum varit olmayıp, hemen herkes kendince geçinip gitmektedir. Mezkûr hatırattan edindiğimiz bilgiye göre, Sahife: 20, 21. 
(İki ayda ancak bir maaş alan memurlar da mütevekkil. 5 paralık ekmek, 5 paralık kaşar peyniriyle karın doyurmak mümkün. 50 Kr. maaşla bir aile geçinebiliyor. Bir okka (tahminen bir-buçuk kilo) Ekmek: 40-50 Para. Satılmayıp öğleden sonraya kalan ekmekler “bayat pazarında” 25-30 paraya satılıyordu. Gerek aile muhitlerinde, gerekse umumi muhitte memnuniyetsizlik izlerine tesadüf mümkün değil.) 
Bizlere bugün tamamen ters gelebilir ve bir somun ekmek, bir hırka’ya talim edilebilir mi diyebiliriz!.. Ancak, bu günümüzün düşüncesi, günümüzün değerlendirmesi olur ki, bizim hayat anlayışımızla, o yılların hayat anlayışı zaten mukayese kabul etmez. 
Hatıratta: (Her fert hakkına razı; hakkından emin. Kaderine uymuş, geçinip gidiyor. Hürriyet’in adı yok. Demokrasinin ne olduğu bilinmiyor. Padişah aleyhine söz söylemedikçe, tâkibe mâruz kalan görülmüyor, işitilmiyor. 
Dairelerde müşkilini hallettiremeyen biri: (Bu yapılan Padişah’ın rizâsına muhaliftir.) dedi mi, akabinde hummalı bir faaliyet başlıyor, müşkil hemen halolunuyor, şikâyetçi tatmin ediliyor. 
Devlet memurları arasında karakteri zayıf olanlar, hatır ve gönüle kapılarak iş yapanlar parmakla sayılacak kadar az. Hakka hürmet, Allah korkusu her işte her yerde hâkim.) 
İşte böylesine emsâlsiz bir düzen içinde yaşayan Osmanlı halkı, elbette ki, bu pembe düzene sonuna kadar sahip olamazdı ve muhakkak ki, bir yerlerden bazı çatlaklar zuhur edecekti... 
Nitekim 27 Nisan 1877’de Rusya’nın savaş ilan etmesiyle adına (93- Harbi) dediğimiz, Rus-Osmanlı Harbi yakın tarihin en belâlı musibeti olarak karşımıza çıkmış, Rusların galibiyetiyle sonuçlanan ve “Ayos-Istefanos” anlaşmasıyla son bulan (Yeşilköy) malûm savaşın yaraları henüz pek sarılmamış olmasına rağmen, peşinden gelen “Berlin Antlaşması” (1878) Osmanlı Devleti’nin bundan böyle tam bir bağımsızlık içinde hareket edemeyeceğinin başlıca işareti olmuştur. Peki bütün bu acılı günlerin başlıca sorumlusu Merhum Sultan II. Abdülhamid Hân mıydı?... Ya da daha evvelki Padişahlar mı?.. Bu iki sualin cevabını rahatlıkla verebilecek bir ces’ur kalem olduğuna pek inanmıyorum! Zira, bizde bir çok kalem bu hususta yuvarlak lafazanlıklarla es geçmeyi evlâ görmüştür. Gerçi istisnalar inkâr edilemez, ancak onlar da bu nüansı “Ermenilere yüklenmekle” kapatmaya çalışmış ve ne acıdır ki hâlâ öyledir!... 
Meselâ, Sultan II. Abdülhamid Hân’a karşı uygulanan bombalı suikast vak’asına Padişah Yaverlerinden iki şahısın da Komitacılarla işbirliği yaptığını bizzat söyleyen Sultan II. Abdülhamid Hân olmuş, Beylerbeyi Sarayı’nda sabık Sultan olarak ikamet ederken, bombalı suikast konusuna temas edildiği zaman, gözlerden uzak tutulan bu utanç verici vak’ayı aynen anlatmış ve İslâmın en yüce makamını temsil eden bir şahsiyetin yaverleri arasından böylesi utanç verici şahısların çıkmasının gizli tutulmasını arzu ettiğinden halka açıklanmamış olduğunu söylemişlerdir. Sahife: 22-23. 
KIZIL SULTAN’DAN, 27 MAYIS 1960 İHTİLÂLİNE!...
Sahife: 30-31. 
(Basra Körfezinden Şimali Afrika’da Cezair’e kadar hudutları uzanan muazzam bir ülkeyi 33 sene idarede büyük bir kiyâset ve hassasiyet gösteren pamuk ipliği ile de olsa İmparatorluğa nisbetlerini bağlarını muhafaza etmiş bulunan Padişah Abdülhamid’in adı birden bire “Kızıl Sultan” oluverdi. 
“Kızıl Sultan”, otuz üç sene içinde meğerse ne zulümler yapmış da haberimiz yokmuş!.. Marmara Denizini adamla doldurmuş; Hürriyet aşıklarını, binlerce vatansever günahsızları sürgüne göndermiş, bir çoğunu sorgusuz sualsiz mahkemesiz Marmara Denizine demirlermiş. Peki ama bunları yalnız başına bizzat Abdülhamid mi yapmış?... Âlet olanlar, emri icra edenler nerede, kimler?...) İşte bunun cevabı yoktur. Zira pek çirkin bir yakıştırmadan ileri geçemez!... 
(Bu iftiraların bir benzeri yıllar sonra “27 Mayıs 1960”a tekaddüm eden günlerde ortaya atılmış, yayılmıştı. “Hürriyet” yaygarasıyla sokağa düşürülen üniversitelilerin, DP (Demokrat Parti) tarafından öldürüldüğü, ölülerin makinalarda kıyma edildiği ağızlarda dolaşıyordu. CHP’nin iktidar hırsı; amansız yıkıcı muhalefeti fitnesi memleketi o hale getirmişti ki, resmen yapılan açıklamalara kimse inanmıyordu...) 
İttihat ve Terakki Fırkası icraatları ile, Cumhuriyet Halk Partisi’nin icraatlarında uyguladığı sistem, hemen hemen aynıdır denebilir ve zaten aynı kuruluşun değişik adlarla hemen her dönem boy gösterdiği tarihen sabittir. CHP sadece Gazi Hazretleri’nin döneminde kendini kamufle etmeye çalışmış, daha sonra ise, asıl rengini açıkca meydana koymuştur... 
Bu durumu iyi bilen ve kendisinden sonra ülke idaresini ele alacakların bizzat CHP olacağını iyi bildiği için bir alternatif olarak, “Mareşal Fevzi Çakmak Hazretlerini” seçerek, ona imkân tanımış ve fakat, Mareşal’in sonradan kendisini geri plâna iterek, CHP’nin ikinci lideri durumundaki İsmet Paşa’yı ön plâna çıkartması, CHP’nin gayet güçlü bir parti olarak takriben 1948’lere kadar, ülkenin tek hâkimi konumunda varlığını sürdürebilmişti. Hem de Merhum Gazi Hazretleri’ni adeta tamamen silmeye çalışırcasına: Paraların üzerinden resminin kaldırılıp, yerine İsmet Paşa’nın resminini konması, resmi dairelere “Millî Şef” adıyla, İnönü resimlerinin asılması vs. Böylesi gelişmeler karşısında ziyadesiyle üzülen Merhum Mareşal ise; siyasi bir parti kurarak (Köylü Millet Partisi) karşı mücadeleye girişmişti ama, artık çok geçti. Zira, kilit noktaları tamamen CHP’nin eline geçmiş durumdaydı. Mareşal ise; hastahâne’de tedavi görürken; yanlış bir serum bağlanması neticesi, hayata veda etmişti. Ancak, Mareşal’in, naşı, İstanbul Bâyezit Camii’nde kılınan öğle namazından sonra, Edirnekapı Şehitliği’nde toprağa teslim edilirken beklenmedik bir gerçek alenen meydana çıkmıştı: (Üniversite gençliği ve halk Mareşal’i ve dolayısıyla da Gazi Hazretleri’nin saflarındaydı!) 
Demem odur ki, Sultan II. Abdülhamid döneminde hedef, Padişah başta olmak üzere, Osmanlı Hanedanı’nı yoklara gönderebilmekti. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin henüz kurulduğu yıllarda ise başlıca hedef; Gazi Musatfa Kemâl Paşa ve yeni Türk Devleti idi! 
Daha sonraki yıllarda ise görülen tablo şudur: Sadece iktidar olabilme hırsı ile yek diğerini boğazlamayı dahi göze alan parlamenterlerin; ülkemiz insanını derinden üzen kahredici görünümleri!... 
Devam edecek
Saygıdeğer okuyucularım, şayet nasipse yeni bölümde buluşmak üzere, cümlenize mutlu günler diliyorum efendim, saygılarımla.