Bugün size, bırakın cep telefonunu, ev telefonlarının dahi hayatımıza girmediği, internet diye bir kelimenin henüz lügatimizde yer almadığı yıllardan bir demet Ramazan hatırası nakledeyim.

Şehre çocuk yaşlarımda taşınmıştık. İlk yıllar bayramlarda köyde olmaya özen gösterirdik. Paşababamızın evi gün ağarmadan hareketlenir, yatakta kimse kalmaz, çoluk çocuk herkes tam tekmil bayram hazırlığına başlardı. Evde çeşme yok, herkes sırayla leğen önünde ibrikten dökülen suyla abdestini alır bayram namazına hazırlanırdı. Kadınlar hummalı bir çalışmaya girer, patatesler, yumurtalar haşlanır, sütler kaynatılır ve imkânlar ölçüsünde güne özel kahvaltılar hazırlanırdı.

Cami çıkışında illaki bütün cemaat musafaha ederek bayramlaşırdı. Sonra eve koşturmaca olmaz, herkes mahallesindeki köy odasına giderdi. Evlerde imece usulüyle hazırlanan kahvaltılar sinilerle getirilirdi. Benim ev sevdiğim, üzeri hale hale yumurtalarla bezenmiş, arasına da zeytin serpiştirilmiş marul salatasıydı.

Sofralar toplanınca odanın büyükleri en küçük yaş grubundan itibaren herkesi talimatlandırırdı “Siz filanca odadan, siz de falanca odadan başlayın, orada sizin büyükleriniz var” diyerek. Silsile önemliydi. En küçük yaş grubundan sonra, diğeri çıkardı büyüklerini bayramlamaya.

**

1970’li yıllarda Kovanağzı’na taşındığımızda çevremizdeki ev sayısı bir elin parmaklarını bulmazdı. Yavaş yavaş çoğaldık. Merhum Ali Taşoluk’un inşa ettirdiği caminin amfi sistemini ilk bendeniz çalıştırmıştım mesela… Ustam Ahmet Buyurşen bir Ramazan günü kurulumu yapmış ama vakit yetmeyince iftar için o evine gidince kalan kısmı ben tamamlayıp o gün ezanı hoparlörden okutmuştum.

Bizim evimiz Biga sokak ile Denizköy sokakların kesiştiği köşe başındaydı. Mahallede olmayan sadece telefon değil; kimsede buzdolabı yoktu mesela. Temmuzun, Ağustosun kavurucu sıcağında kimse akşama sıcak yemeğin hayalini kurmazdı, ciğerlerini serinletecek bir damla sudan başka. Eline karpuzunu alan bize gelirdi ‘Şunu kuyuya sarkıtıverin de akşama içimiz serinlesin’ diyerek. Ve herkesin isimleri çiviyle yazılarak kovalarla toprağın altındaki suyun koynuna salınırdı. Sadece karpuzlar değil, bir gün önceden arta kalan yemekler de telef olmasın diye bizim kuyuya emanet edilirdi.

Bazen kayısılar, kirazlar, bazen elmalar, erikler orucun ilk zevkini ve sabrını tecrübe etmekte olan çocuklarla cilveleşir, yaprakların arasından adeta göz ederdi. İkindi üzerleri bahçeye salınan su salına salına yolunu bulurken etrafına serinlik üfler de uzanıp toprak ırmaktan içiveresiniz gelirdi. Bazen de kıpkızıl olmuş domateslerin yahut yaprakların altında boylu boyunca uzanmış salatalıkların yanından geçerken bellik koyardık; iftarlık olsun diye. Sonra bakardık ki o salatalık salataya malzeme olmuş. Ve bir saat önce onda olduğunu zannettiğimiz lezzetin, aynı kökün diğer mahsulünde olmadığı zehabına düşerdik.

Ezan okundu okunacak vakitte eline sürahiyi alan komşular koştururdu bizim bahçeye ve şalteri açarak buz gibi, çelik gibi su çekerdik her birine. Şimdiki nesil ayran aşı, ayran çorbası diyor ya biz doğgaşı derdik, haşlanmış yarma ve ayran kıvamına yakın seyreltilmiş yoğurtla yapılan çorbaya… Ramazan’ın baş tacıydı.

**

Sonra bizim köşe hareketlenmeye başlardı. Gençler birer ikişer toplanır, kaldırımsız yol kenarında içilen çayla akşamın lezzeti zirve yapardı. Teravih yaklaşırken İmam Hatip öğrencilerinin ağabeyi merhum Hasan Hüseyin Eroğlu organizasyona başlardı. “Arkadaşlar, birkaç gündür dikkat ediyorum; filanca camide iyi ezan okuyan yok, falanca yerde de zayıf bir ses var. Buraları şenlendirmek bizim vazifemiz…” Ve görevlendirme başlardı. “Rahmi sen Dişçiler’e git, Fuat sen Hasırcılar’a bugün müezzin ol” derken bisikletli bir çocuk gelirdi “Abi Bizim mahallede bugün ezan okuyacak kimse yokmuş da biri gelebilir miymiş?” diyerek. Müftü köşesi gibiydi mübarek. “Haydi koçum” derdi Hasan Hüseyin hoca, “Siz boşuna mı İmam Hatip okuyorsunuz?” İtirazlar eksik olmazdı. “Abi benim gazozum ne olacak?” diyene “Sağ elimle kendi gazozumu içerken sol elimle de senin gazozunu tutacağım. Yeter ki sen o camiyi şenlendir” derdi. Arada bir de Haydar Sevencan ve Ekrem Güden ile organize olup yakın camilerde düet usulü ezan okurlardı ki yol üzerinde durup huşu ile ezan dinleyenler olurdu. Arsacı namıyla maruf merhum Ali Taşoluk başı çeker ve her Ramazan birkaç camide mevlid okuturdu. Bu vesileyle mahalle çocuklarının kursağına da yılda bir iki defa naneli şeker ile birer bardak hakiki şerbet girerdi. Dikkat ettiniz mi, hakiki şerbet dedim. Şimdilerde şerbet içmeler dahi meyve aromasından mülhem meyve suları ile yapılıyor.

Gençler arasında, teravihten sonra dağılıp gitmenin cezai müeyyidesi vardı. İllaki herkes Necati Hocanın bakkalı önünde toplanacak, hesabını kimin ödediğini bilmediği gazozlar içilecekti. Gecenin ilerleyen saatlerinde mahallenin boş tarlaları futbol sahasına dönüşür, neredeyse her gece sahura kadar kıran kırana maçlar oynanırdı. Kimse gürültüden rahatsız olmaz ve yine kimse “Gecenin şu saatinde benim çocuğum nerede?” diye telaş etmezdi. Zira mahallenin küçükleri büyüklerin emanetindeydi. Davul sesi adeta maçın bitiş düdüğü olur ve herkes evinin yolunu tutardı.

Böylesine hareketli bir gecenin ardından herkesin ertesi gün öğlene kadar yatacağını mı düşündünüz? Bilakis, istisnasız herkesin sabah 6 otobüsüyle gitmek zorunda olduğu bir işi yahut okulu vardı. Ya da pideyi hangi fırından aldığımızı mı düşünüyorsunuz? Geçiniz efendim; ya Kadriye abla yahut Dudu abla tandır yakmış, kokusu tütmüştür diye de konu komşuya birer ikişer dağıtmıştır. Bizim için zaman bu minvalde geçip bugünlere geldi.