Yazı yazmak için oturduğumda çoğu zaman aklıma eski şarkılar gelir. Şarkılar eski radyoları, eski sesleri çağrıştırır. Bazen de şarkıların hikâyesi bir film şeridi gibi sıralanıverir.
Şimdi o eski radyolar yok. Eski sesler, eski şarkılar maalesef işitilmiyor pek.
Sadece şarkılar mı? Şiirimizde de aynı sıkıntı yaşanıyor. Fuzuli’leri Baki’leri, Nedim’leri geçtik bari Yahya Kemal, Necip Fazıl, Ahmet Kutsi Tecer, Faruk Nafiz Çamlıbel çapında şairlerimiz olsa diye hayıflanıyoruz.
Yeni moda şarkıların meraklıları elbette beni pek anlayamayacak, çünkü aramızda o kadar mesafe var ki bir bakıma yüzyıllar geçmiş gibidir. Zevklerimiz çok farklılaştı. Telakilerimiz çok değişti.
Bizim klasiklerimizi gençler dinleyemedi, anlayamadı. Dili ağır geldi. Belki de biz anlatamadık. Fakat birileri unutturmayı başardı.
Elbette yine şiirler yazılıyor, besteler yapılıyor, hatta her zamankinden çok yazan var, besleyen var. Var olmasına var da hep ömrü kısa kalıyor, aynı zamanda gönüllerde de yer etmiyor. Kanaatimce güftenin de bestenin de bir hikâyesi yok. Yazılmış olmak için yazılan şiire bir beste giydirilmiş olmalı ki iğreti kalıyor.
Her dinleyişte farklı bir lezzet sunan eski şarkılara benzemiyor. Alel acele ayaküstü atıştırıp bir şeyler yemiş olmak mesabesinde kalıyor. Bana göre eski şiir, eski beste mükellef bir sofrada romantik bir havada bir birinden farklı lezzetler sunan bir yalı lokantasını andırıyor.
Denizin rengini ahengini vaktin musıkîsiyle dostlar meclisinde ziyafet ortamının şevkini sunuyor.
“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul.” Ya da “Boğaziçi şen gönüller yatağı,” belki de “Gidelim göksuya bir âlemi ab eyleyelim” bu ve benzeri şarkılar peş peşe devam ederken şüphesiz meclis şenlikli olacaktır. Dinleyenler ufak ufak iştirak edecektir şarkılara.
Kim bilir belki de Yahya Kemal’in aşağıdaki mısraları dizilecek gönlümüze.

Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin: 
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinden; 
Mehtap... iri güller... ve senin en güzel aksin...
Velhasıl o rü`ya duruyor yerli yerinde!

Veya Necip Fazıl’ın şu şiiri kuşatacak zamanı.

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; 
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. 
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim; 
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim. 
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; 
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. 
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale, 
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale. 

İstanbul benim canım; 
Vatanım da vatanım... 
İstanbul, 
İstanbul..

Faruk Nafiz’in sesi denizin dalgalarını okşayarak girecek devreye.

Dinmiş denizin şarkısı, rüzgâr uyumakta,
Rıhtım boyu sonsuz bir üzüntüyle karaltı
Körfez düşünür, Kanlıca mahzundur uzakta,
Mazi gibi sislenmiş Emirgan Çınaraltı.

Can verdi kışın sunduğu taslarla zehirden
Her gonca kızıl bir gül açarken yolumuzda,
Üstündeki son dallar ağarmış diye birden
Pas tuttu nihayet suların rengi havuzda.

Hâsılı eski radyoları düşünmek bile heyecan veriyor şevk veriyor.

İbrahim Kalkan