İstanbul’da; bir memesini göstermesiyle birlikte, pantolonunun önündeki fermuarını ardına kadar açan, Roma’da ise pantolonunu yarıya kadar indirip, seyircilere “poposunu” gösteren, bir hayasız kadına, içimizde hâlâ “ses sanatçısı” diyebilen zavallılar varsa, kendilerine tavsiyem; “bir psikiyatriste” görünmeleri olacaktır!...
Hafif-Batı Musikisi’nin, “teneke-Batı musikisine” dönüştüğü (1956-1957) yıllarında, mezkûr zırıltının temelini atan ve de kısa zamanda dünya gençliğinin başlıca sevgilisi hâline dönüştürülen ve kamyon şoförü olan yakışıklı bir genç, özellikle kızların sevgilisi olup, günümüz tabiriyle: “Dünyamızı sarsmıştı”.
Peki kimdi bu genç?... Adı Elvis, soyadı ise Presley’di. Kayda geçtiğimiz gibi “kamyon şoförlüğü, hamallık” gibi muhtelif işlerde çalışarak hayatını kazanmaya çalışan fakir bir gençti. Ancak nefis bir sesi vardı ve gür olduğu kadar, kadife gibi yumuşaktı ve dinleyen hemen herkesi adeta büyülemekteydi. Nitekim bu özelliği sayesinde zencilerin de devam ettikleri bir kilisenin korosuna alınmış, teganni olarak hizmet vermekteydi.
“8 Ocak 1935 tarihinde” Tupelo-Mississippi ABD doğdu. Tam adı, Elvis Aaron Presley’dir. “16 Ağustos 1977” tarihinde (42) yaşında Memphis-Tennessee ABD’de vefat eden Presley; aşırı şişmanlığı yanı sıra, uyuşturucu müptelası olmasıyla ömrünün son yıllarını, zaten yarı ölü geçirmişti.
Babası Vernon Presley; kamyon şoförlüğü, ayrıca tarlalarda düşük ücretle çalıp, ekmeğini kazanıp, yuvasına bakmaya çalışan fakir bir aile babası idi. Annesi ise Gladys Love Smith, “dikiş makinesi operatörü” idi. Hayat şartları ve beklenmedik sürprizler, onları fakirliğin kucağına itmişti. Baba Vernon Presley’in binbir zorluk ve mahrumiyet içinde zar zor inşa ettiği iki odalı evlerinde, Elvis doğdu ve daha sonraki yıllarda, baba Vernon (8. Dolar tutan bir borç) sebebiyle hapse girince, Elvis’in annesi geçim zorluğu sebebiyle o küçük evi satmaya mecbur kalmıştı. Görüldüğü gibi Elvis Presley, son derece yoksul ve sıradan bir ailenin evlâdı idi.
Ancak, II. Cihan Harbi’nden sonra hızla değişmeye başlayan dünya sür’atle kabuk değiştirmekteydi ve cihanın yeni efendisi ise hiç şüphesiz ABD idi. Ve lâkin kimse bunun farkında değildi. Zira dünyamızı kana bulayan koca bir kanlı kâbusun pek ağır tesirinden henüz kurtulamamış olduğundan, olan biteni hemen kimse ne bilmekte ve ne de meselenin vahametini kavrayabilmekteydi!...
“Dünya’nın gizli idarecileri” ise, bilhassa gençleri, yani yeni nesilleri tamamen hakimiyetleri altına alarak, dünyanın sürüklendiği pek müthiş bir karanlığa doğru gidişini görebilmelerini önlemeye çalışmakta ve bu isteklerine gönüllü hizmet verebilecek bir sembolü aramaktaydılar ki, Elvis Presley böyle bir ortamda keşfedildi ve (1950-1960)larda adeta fırtına gibi esti... Ve böylece romantik bir atmosfer içinde sunulan “Hafif-Batı Musikisi”, rafa kaldırılıp, yerine; günümüz gençlerine sunulan “Teneke zırıltılı Pop” türünün atasını meydana getiren Elvis Presley bulundu ve böylece kısa zamanda zirveye ulaştırılan Presley; “Rock and Roll” tarzıyla “teneke zırıltısının” kapularını ardına kadar açtı ve geline, geline Madonna’nın “Popo şovuna” kadar gelindi...
Sporda ise bilhassa “Futbol” ön plâna alındı ve geniş kütleleri tamamen tesiri altına alabilecek spor karşılaşmaları enternasyonal hale getirildi ki, bir yandan spor, bir yandan gürültülü teneke musikisi dünya gençliğini adeta esir aldı... Şimdi gelelim bütün masum görünümlü kötülüklerin kaynayan kazanına... Eski Yunan’da fokur, fokur kaynayan dev kazanın çevreye yaydığı; (pislik iksiri, iğrenç kokusuyla birlikte, yeni nesillerin adeta ruhlarına sinmişti!...)
İNSAN MİZACININ DÜNÜ VE BUGÜNÜ ÜZERİNE!...
İnsan mizacı dünlerde her ne idi ise, günümüzde de tıpatıp aynıdır: Ne bir eksik, ne bir fazla. Dünlerde doymak bilmez bir iştaha sahipti. Günümüzde de aynı tempo gitmektedir!... Mizacındaki bitmek bilmez istekler zincirine bir de aşırı ihtiras duygusu katılınca; Şah idi, şahbaz oldu misali. İnsanoğlu külliyen yalnızlığa ve öylelerine yakışan bir tabirle, muhtelif fetbazlıklara açık bir yaşantı sürdürmekteydiler...
Bu kaypak ve seviyesiz inanç, onları; Tanrıları dahi aldatıp, kullanabilecekleri gibi pek saçma bir düşünceye yöneltmişti. Bu hususta Homeros şöyle buyurmaktadır:
“Tanrılar bile kandırılır, yalvarıp yakarmayla!
İnsanlar bir kabahat, bir günah işlediler mi,
Kurbanlar. Yağlar, adaklar, şaraplarla
Yumuşatırlar Tanrıları da.”
Söylenenlere bakılırsa, doğru olup doğru görünmezsem hiçbir kazancım olmaz, üstelik başıma belalar gelir, cezalara çarpılırım. Oysa doğru görünmesini bilen eğri adam Tanrılarınkine benzer bir ömür sürebilir. Madem, bilge şairlerin dediği gibi; görünüş, gerçeği alt edip mutluluğu elde ediyor, bütün benliğimle ona dönmeliyim.
Çevreme yalandan bir iyilik duvarı örmeliyim. Bilge Şair Arkhilokhos’un, iki yüzü kurnaz tilkisini hep ardımsıra sürüklemeliyim. Ama biri çıkıp: Kötülük edip de günün birinde yakayı ele vermemek kolay değil diyecek olursa, biz de: Evet ama, büyük işler hiçbir zaman kolay başarılamaz deriz.
Ne olursa olsun, mutlu olmak istersek, görünüş yolunu tutmalıyız. Sırrımızı saklamak için başkalarıyla anlaşıp ortak oluruz. Bize, halkın önünde de, mahkemede de konuşmak, kandırmak sanatını öğreten ustalar vardır. Böylece; kâh aldatır, kâh zor kullanır; hep yüze çıkar; cezadan kurtuluruz.
Demokrasi’nin beşiği eski Yunan’da bu karmaşık doğruluk ve eğrilik savaşı daha sonraları dehşetengiz boyutlara erişmiş ve günümüz dünyasında, pislik açısından kendi boyutlarını dahi aşmıştır... Ancak bizler yine de kendi devrini, yani eski Yunan’daki hâlini öğrenmeye çalışalım:
İDARECİLER VE İDARE EDİLENLER!...
Oligarşi dediğin düzen hangisi?...
“Gelir üstünlüğüne dayanan” devlet şekli: Zenginlerin yürüttüğü, fakirlerin hiç karışmadığı düzen. Timarşiden Oligarşiye geçiş ise; Herkesin altınını biriktirdiği gizli çıkın yok mu; Timarşiyi yıkan işte budur.
Para harcayarak türlü yerler bulurlar ilkin. Rahatça harcayabilmek için de yasaları bozarlar. Sonraları; ne kendileri sayar kanunları, ne de kadınları. Komşu, komşuya özene, özene; zamanla bütün toplum onlara benzer.
O zaman kendileri de zengin, daha zengin olma peşine düşerler; paraya verdikleri değer arttıkça; “doğruluğun değeri” düşmeye başlar. Zenginlikle doğruluk öyle ayrı şeylerdir ki, ikisini teraziye koydun mu; kefelerin biri hep aşağı iner, öteki yukarı çıkar.
Bir devlette zenginlik ve zenginler baş tacı olunca, doğruluğun ve doğru insanların şerefi azalır. Böyle yükselmeye, şana, şerefe düşkün yurttaşlar, zamanla para düşkünü, cimri, aç-gözlü olurlar. Zengini över, beğenir, başa getirirler; fakiriyse hor görürler.
İşte o zaman oligarşide başa geçeceklerin sınırını belirten bir kanun çıkartırlar ortaya: Bu sınır belirli bir gelir üstünlüğüne dayanır. Ancak, bu üstünlük ölçüsü de “oligarşiden, olgarşiye değişir.” Belli bir gelire ulaşmamış yurttaşlar, devlet işlerine giremezler. İşte oligarşi düzeni de budur. Onda görülen kusurlar şudur:
İlk kusur tuttuğu yolda, ilkesinde. Gemileri yürütecek kaptanları bu yoldan seçersek ne olur, düşünün? En zengin olan kaptanlık edecek; yoksul bu işi daha iyi de bilse, dümene geçemeyecek!
Kaptanı böyle seçilen bir gemi zor yürür.
Ya devleti yürütme işi? O da bunların arasına girer mi? Girer, hem de hepsinden çok. Çünkü yürütülmesi en zor, en önemli olan devlettir.
İşte Olgarşide göstereceğimiz ilk ve büyük kusur budur.
Böyle bir devlet bütünlüğünü kaybeder. İster istemez ikiye bölünür; bir yanda yoksullar, bir yanda zenginler!... Aynı toprak üstünde yaşayan iki topluluk, boyna birbirine diş biler.
Yukarıdaki kayıtları dikkate alacak olursak; günümüzde muhtelif sebeplerle hayli başı ağrıyan bir çok devlet idare sistemindeki hayati eksiklikler sebebiyle, bilhassa “Demokratik” idarelerin hakim bulunduğu ve devrinin süper gücü konumundaki devletlerden yardım istemek zorunda kalmakta ve bazıları ise, ülkedeki kargaşanın, iç harbine dönüştürülmesi yüzünden, çok ağır faturalar ödemek mecburiyetinde kaldığından, sözde demokrasi adına hareket eden bazı sömürücü güçler tarafından muhtelif taktiklerle sadece sömürülmemekte, aynı zamanda adeta kendisine tabi olan bir sömürge haline sokulmaktadır...
DEMOKRASİNİN ÖLÇÜSÜ BİLİNMEZSE!...
Evet! Demokrasinin ölçüsü kaçırılır da “özgürlük hakları” hudutsuzluğa doğru sürüklenirse, öyle bir ortamda: Hakların hangisi doğru, hangi yanlış? Pek bilinemeyeceği için, durum daha da karışır ve ülke içinde muhtelif fikir ve görüşlerin çatışır hale gelmesinden dolayı, “bir iç harbi” tehlikesi kendiliğinden zuhur eder!...
Dolayısıyla, özgür yaşamayı ideal edinmiş kimseler bilhassa demokratik idareyi tercih eder. Lâkin, doymak bilmez istekleri, onu diğer değerleri küçümsemeye sevk eder ve böylece birlik beraberlik ilkesi zaafa uğrar... Yani, zorbalık ön plana çıkar ve böyle bir devletin başındakiler; vatandaşlarına eşit düzeyde bakabilmekten yoksun kaldığından; demokrasiyi ölçüsüz içen ayyaşlar gibi ayarsız kullananlar, ülke idaresinde otorite boşluğu meydana getirir ve halkını idarede becerikli olamaz. Çünkü, hemen her istenen özgürlüğü halkına sunamaz. Zira böyle bir durum, ülkeyi yoklara sürükler...
Bu durumun düzeltilebilmesi için alınan tedbirler ise, mevzubahis ülkeden ziyade o ülkede hakimiyet kurmak isteyen bazı emperyalist devletlerin işine yarar... Şöyle ki; demokrasi adına sistemdeki taşların yerleri değiştirilir: Baba, oğlu ile eşit olmaya çalışır ve hatta bazı açılardan oğlundan çekinir duruma gelir. Okulda öğretmen-öğrenci münasebetleri de hayli değişir; öğretmen, öğrencisinden çekinir duruma gelir ve herhangi bir çekişme olmaması için onların suyuna gider. Hemen her yerde gençler, yaşlılarla eşit sayarlar kendilerini. Keza, “Kadın-Erkek” eşitliği de devreye girer ve hayli mesafe alırlar...
Görülüyor ki, insanoğlu dünlerde ne idi ise, günümüzde de pek değişmiş değil. Çünkü, insanoğlu millî kültürü içinde yer alan ve zaman içinde özelliklerini yitiren bazı faktörleri tespit ederek onları bulunduğu asra uygun hale getirebilme çalışmalarına hiç mi hiç yer vermemiş ve sadece “ilim ve fende” ilerlemeye çalışmış ve bunun için çok büyük çabalar sarf etmiş ve de etmekte berdevamdır...
HER NE İSE: ENSEYİ FAZLA KARARTMAYALIM!...
Basınımızın duayenlerinden üstat Çetin Altan refikimizin meşhur “Enseyi Karartmayalım” deyimlerini yüksek müsaadeleri ve teşekkürlerimizle bu makalemiz için emanet alarak, diyoruz ki: Sakın ola enseyi karartmayalım! Zira, doğacak her yeni günün; bir hayırlı müjdeyi de birlikte getirmesi mümkündür!...
Evet, mümkündür lâkin, böylesi imkânları bilinçli kullanmak, haberin veya röportajın nevi her ne olursa olsun, röportaj yapan muhabirin seçtiği konuda bilinçli olması şarttır. Aksi taktirde masum bir röportaj, yanlış bilgilerle bir ferdi, bir cemaati veya bir şehir halkını, yanlış anlamalara hedef olmasına sebep olunca; insanın üzülmemesi elde olmamaktadır!...
“HABER-TÜRK GAZETESİNİN” (İSTANBUL’UN TARİHİ LEZZETLERİ) başlıklı röportajda şöyle bir kayıtla karşılaştık: (İSTANBUL SOĞAN KOKAR DİYE KORKUP KEBAP YEMEDİLER). Tarih: “16 Haziran 2012 Cumartesi”.
İlk başlık yanlış: “İstanbul’un Tarihi Lezzetleri” denince, olsun sulu yemek, olsun kebap ve olsun hamur işi tatlılar. Bütün bu saydıklarımın doğrudan İstanbul’la alâkası vardır. Çünkü İstanbul’un kendine has yiyecekleridir. Kırmızı etten yapılan kebaplar ise, İstanbul için bir meçhul değildir. Zira İstanbul’un da kendi kebapları vardır.
Ancak: Urfa Kebabı, Lahmacun, İçli Köfte, Çif Köfte vs. gibi kebaplar asla İstanbul’un “tarihi lezzetlerine” dahil edilemez. Yanlış anlaşılmasın, beğenilmez demiyorum. Sadece, İstanbul’a ait değildir diyorum ve zaten öyledir!...
Dahası İstanbul’un da kebapları vardır: “Şiş-Kebabı, Şiş-Köfte, baharatlı, soğanlı, maydanozlu meşhur Tekirdağ Köftesi. Kokoreç, Yoğurtlu-Döner ve Yoğurtlu karışık kebap, Tandır-Baş, yanına taze soğan verilen Söyüş-Baş, soğan soslu Arnavut Ciğeri vs.” Bu saydıklarım tamamen İstanbul’un kendine has yiyecekleridir. Sulu yemekleri ise saymakla bitmez ki; “Hünkâr Beğendi” ile Kuru-Fasulye ile Fasulye-Pilâkisi” –“Ermeni Pilâkisi” vs. dediğim gibi saymakla bitmez; Patlıcan-Kebabı, Orman-Kebabı ve de daha neler, neler...
1960’lı yıllarda “İstanbul-Lalelide” bir lahmacuncu dükkânında müşterilerin yerlere sigara izmariti atmaları, ağız veya ellerini sildikleri kâğıtları, buruşturup yerlere atmaları vs. İstanbul sakinlerinin yaptıkları bir yanlış olamaz. Zira, o tarihlerde İstanbul’da yaşayanların çoğunluğunu İstanbullular teşkil etmekteydi ve dahası; girdiği mekânı pislemek onun kültüründe yoktu.
Bir müessesenin tanıtımı yapılırken, koca bir şehrin halkını küçük düşürerek, angut yerine koymak: “Ne bir kebapçının, ne bir gazetenin ve ne de henüz pek genç olan bir muhabir kızımızın ne hakkıdır ve ne de harcı!”
İstanbullu hemen her fert: Soğan, sarımsak gibi nesneleri daha ziyade evlerinde oldukları zaman yer ve “İşkembeciye gidilecek olursa” da çıkışta ağızlarına karanfil alarak, kokuyu izale etmeye çalışırlardı ki, hâlâ öyledir.
İstanbullu olmayanlardan tek bir isteğimiz var: Şehrimizde hem para kazanıyor ve hem de yöre ürünlerinizi ilk umum Türkiye’ye ve daha sonra da bütün dünyaya tanıtabilme imkânı elde ediyorsunuz. O halde bir nebze olsun vicdanınızın sesini duymaya çalışın!...
Saygıdeğer okuyucularım, yeni bir yazımda buluşabilme dileğim ile hepinizi mutlu ve sıhhatli bir yaşantı dilerim efendim.