Fizikçi Frederic Joliot Curie’nin “Barış, herkesin işidir” sözü her değişimde olduğu gibi, bize işe kendimizden başlamamız gerçeğini bir kere daha hatırlatıyor. Kişinin öncelikle kendi kendiyle barışık olması, sonra ailesi, çevresi, toplumla ve dünya ile barışık olması, bunu istemesi gerekir.
Dünya Barışı görüşüne göre, tüm devletler ve uluslar şiddet içermeyen bir dünyada, gönüllü bir birliktelik kurabilirler. Farklı etnik, dil, din farkı gözetmeden insan hakları temelinde barış içinde yaşayabilirler. Çatışma konuları silahla değil, diplomasi ile çözülebilir. Ancak 14 bin yıllık insanlık tarihine baktığımızda sürekli çatışma, kriz ve savaş içinde bir dünyada yaşadığımızı görmekteyiz…
Şu anda bile devam eden Ukrayna- Rusya Savaşı’nın ortasındayız. Çatışmada yaşamını kaybedenler, savaştan ve ölümden kaçan çocuklar ve kadınlar, yok olan yuvalar ve sönen ocakları ekranda izlemenin acısı yüreğimize zihnimize işliyor.
Bu savaşın çıkmasında yaşadığımız gibi, savaşın nedenleri hem çok basit hem de çok karmaşık olabiliyor. Çünkü savaş ve barışa karar veren insanoğlu, dünyanın en karmaşık biyolojik, kimyasal ve ruhsal yapısına sahip bir canlısıdır…
1999 Nobel ödüllü Günter Blobel’e göre bütün canlılarda “Vahşet Geni” vardır. Ayrıca beyinde de bir saldırganlık merkezi bulunuyor. Bu merkeze ışın verildiğinde canlı saldırganlaşıyor. İnsanlara da radikal milliyetçilik ve ideoloji, din, ırk, cinsiyet ve partizanlık maskesi altında ışınlar veriliyor. Örneğin Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın “2050 yıllarında Avrupa’nın büyük şehirlerinde Avrupa kökenli olmayan kişilerin çoğunlukta olacağını savunarak, Macarların karma ırk olmak istemediklerini” dile getirmesi bize, evrensel anlamda bir günü, dünya barış günü olarak ilan etmenin çözüm olmadığını gösteriyor. Dünya barışına katkıda bulunacak, çatışma, kriz ve savaşları önleyecek, çıkanları süratle durduracak güçlü ve hızlı bir organizasyona gereksinim var.
Günümüzde uluslararası organizasyonların ne yazık ki bir kısım üyelerin ulusal menfaatlerine hizmet eden birlikler olmaktan öteye gidememektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın ölümcül sonuçları üzerine kurulmuş ve daha büyük savaşları önlemeye yönelik bir ittifak olan NATO, ABD’nin ulusal çıkarlarının öne çıktığı bir kuruluş haline dönüşmüştür. Avrupa Güvenlik ve İş birliği Teşkilatı (AGİT) ve hatta Avrupa Birliği (AB) için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.
BM, Güvenlik Konseyi ve birçok sivil organizasyonun, hiçbiri istenilen barışı sağlayamıyor. Neden? Çünkü her şey öncelikle, akıllı ve canlı bir organizmadan ibaret olan insanın açlık, barınma, çoğalma, gibi fiziksel ihtiyaçlarının, daha sonra da güç, büyüklük, üstünlük, bencillik, şöhret ve benimsenme her şeyin en iyisine, en çoğuna sahip olma gibi ruhsal gereksinimlerinin karşılanmasında düğümleniyor.
Devletlerin iki temel görevi vardır. Bağımsızlıklarını korumak ve sürdürmek, milletinin refah ve mutluluğunu sağlamaktır. Atatürk’ün “Yurtta Barış Dünyada Barış” sözünü, bu iki temel görevini yerine getiremeyen devletler, dünya için potansiyel bir tehlikedir şeklinde de yorumlamak mümkündür. Savaşlar, zaruri nedenlere dayanmadıkça ahlaki, hukuki ve insani olarak nitelendirilemez.
16.Yüzyılda görülen sömürgecilik, Batı sanayileşmesinin ve kapitalizminin ihtiyacı olan başkasına ait kaynakların ele geçirilmesi için, savaşları normal karşılıyordu.
19.Yüzyılda Alman jeopolitikçiler, Almanya’nın yaşam alanı için yayılmayı teşvik ediyorlardı. İspanya ve Portekiz ile başlayan sömürgecilik, İngiltere, Hollanda, Fransa ve Almanya ile devam etti. Japonya da Pasifik’te aynı stratejiyi uyguladı. İngiltere için donanmasına yakıt temin etmek amacıyla, petrolün bulunduğu Ortadoğu’ya ulaşması elzemdi. Her iki dünya savaşındaki Alman stratejisinin ana hedefi kendisinde olmayan petrolün bulunduğu Ortadoğu ve Hazar bölgesine ulaşmaktı. Bugün de Almanya- Rusya ilişkilerinin temel ekseni aynıdır. Gelişmiş güçlü ülkelerin tehdit algılaması hep aynıdır. Onlara göre çıkarlarına aykırı her şey tehdittir.
ABD’nin Irak’ta, Afganistan’da ne işi vardı? Çünkü yaşamını sürdürecek kaynaklar oradadır. Enerji kaynakları değişmediği sürece devletlerin çatışmaması imkansız görünüyor.
Dünyada yaşayan insanların%15’i, dünya gelirinin %80’ine sahip olduğu sürece, barış ve bütün gayretler geçici ve köksüz kalacaktır. Atatürk diyor ki: “Milletler işgal ettikleri arazinin gerçek sahibi olmakla beraber beşeriyetin vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin servet ve kaynaklarından kendileri istifade eder ve dolayısıyla bütün beşeriyeti istifade ettirmekle yükümlüdürler.”
Peki bunu uygulayacak dünya liderleri var mı?
MÜJGAN SUVER
(Kaynak: https://www.gozlemgazetesi.com)