Osmanlı Devleti "Din ü Devlet" demiş. Devletle Din'i birlikte zikretmiştir. Bu ifadeyle bir bakıma dünyayı da din için sevdiklerini dile getirmiş oluyorlardı.

 

Tarihteki diğer İslâm devletlerinin aksine davranmış. Şeyhülislâmı/zamanın Diyanet İşleri Başkanını bizzat kendisi seçmiş. Kendi seçtiği başkana kendisini azletme yetkisi tanımış. Başa getirdiği Şeyhülislâma kendisini yani padişahı hal' etme/görevden alma salâhiyeti verilmişti.

 

İşin daha da dikkate değer yönü ise şudur: Çeşitli sebeplerle haksız yere sultanlıktan indirilseler bile, bunu kader telakkî etmişler. Asla itiraz etmemişler; bu uğurda başlarını vermişler fakat kat'iyyen hal' fetvasına/hükümdarlıktan alma kararına karşı çıkmamışlardır.

 

Kararlara karşı gösterdikleri bu teslimiyet; bu kararların din açısından alındığını bilmiş ve öyle inanmış olmalarındandır.

 

Öyle inanıyorlardı ki makamın ulviyetine,

 

Gerekirse baş verirlerdi hatâların diyetine!

 

Osmanlı Padişahları dîni; devlet bünyesinde bu mertebe yüksek tutuyor. Sırasında ona gölge düşürmesin diye, seve seve canlarını feda etmekten çekinmiyorlardı:

 

İşte Osmanlı Devlet teşkilâtında yer alan din; böyle azîz ve el üstünde tutulan bir keyfiyete sahipti. Din devlet katındaydı. Fakat Osmanlı padişanları dine hükmetmiyorlar; tam tersine din; onlara hükmediyordu.

 

Devlet, dini kendisine uydurmuyor. Kendisi, dinin gösterdiği çerçeve içinde kalmaya çalışıyordu. Bunun gözetimi ise Şeyhülislâma düşüyordu. Nitekim din adına Padişahlara haddini bildiren, onlara sınırlarını tayip eden şeyülislâmlar hiç de az değildir.

 

Evet Osmanlı devletinde Din; devletin bünyesindeydi. Fakat bu, dinde keyfî tasarruf için değil; kendilerini İslâmın dışına bilmeyerek de olsa, düşürmemeleri içindi.

 

*

 

Çünkü, insanlara ve idarecilere yön çizen din; na-ehil ellerde bırakılmaya gelmezdi.

 

Yanlış yorumları kaldırmayacak kadar nazikti.

 

Hele kasıtlı yorumlara İslâmın asla tahammülü  yoktu.

 

Çünkü halk kahir ekseriyeti/çoğunluğu itibariyle müslümandı. Ve din deyince akan sular dururdu.

 

Çünkü, din, iki taraflı keskin bir kılıçtı.

 

İyi de yorumlansa, kötü de açıklansa; peşinden yığınlari sürükleyecek itici bir güce sahipti. İhmale hiç gelemezdi.

 

*

 

İslâm mutlaka; belirli, yetkin, âlim kimseler elinde olmalı. Rastgele kimselere onun adına konuşacak imkân verilmemeliydi.

 

Bu devleti çökertmek isteyenler -tarih boyunca- aynı yola başvurmuşlar ve muvaffak olmamışlar da değil. Hiç olmazsa devleti sarsmışlar. Sarsıntıya uğratabilmişlerdir.

 

İşte tarihten aldığı tecrübeler, devleti daima teyakkuz/uyanık hâlde bulunmaya sevketmiş. Devlet bu hususta çok dikkatli davranmış. Halka hitap makamlarını kendi tayin ettiği kişilere vermiş veya tasvip ettiği şahıslar elinde bırakmış, yahut bilgisi dahilinde olan kimselere emanet etmiştir.

 

Koskoca İmparatorlukta, dağ başında bir mezraada bir mescid yapılacak olsa, haberim olmalı ve olacak demiş.

 

Ülkenin en ücra köşesindeki bir köyde bile bir cami tamir ve onarıma ihtiyaç gösterse yine devlet olarak bilgim, iznim ve olurumdan sonra bu mümkün olmalı ve olacak demiş.

 

Cami ve mescidlerde kimlerin görev yaptığını bilmem ve onları bizzat kendim tâyin etmem, atamalarını yapmak gerekir demiş. Ve öyle de olmuş, olagelmiş..

 

Çünkü Osmanlı Devleti biliyordu ki, bu devlete kastedenler her yolu deniyorlardı. Hiç bunlar en etkili din silâhını ihmal ederler miydi? Öyleyse onlara bu fırsat verimemeliydi. Nitekim verilmedi. Hem zaten verilemezdi.

 

*

 

Çünkü Osmanlı Devleti, Şah İsmail'in Osmanlı Devletini zaafa uğratmak için dini propaganda aracı olarak nasıl kullandığını çok iyi biliyordu.

 

Halkın yüzünü İstanbul yerine, Tebriz'e nasıl çevirdiklerini çok iyi biliyordu.

 

Halkın İstanbul'a değil de, Tebriz'e vergi verir hâle nasıl getirildiğini iyi biliyordu.

 

Keza/bunun gibi 31 Mart isyanında, yabancıların müslüman kılığında, din sloganlarıyla, halkı nasıl kışkırttıklarını, devlete karşı nasıl galeyana getirdiklerini çok iyi biliyordu.

 

Evet İslâm; cehaleti giyemiyor, bilgisizlikle yapamıyor, yanlışlıkla beraber olamıyordu.

 

Aksi takdirde kör bir kılıç olup; kötü niyetlilerin elinde kötü bir oyuncak ve zararlı bir âlet olmaktan kurtulamıyordu.

 

İşte Osmanlı Devleti'nin, tarihten tevarüs ettiği/tarihten edindiği binbir tecrübesi vardı. Asır-dîde/iyi-kötü ne asırlar görmüş geçirmiş bir devletti.

 

Geleceğini tehlikeye atamaz. Suiniyet sâhibi/niyeti bozuk kişileri millete hitap edecek kürsülerin başına geçiremezdi.

 

Bu kişileri, camilerin mihraplarına geçiremezdi. Bu tipleri mescitlerin minberlerine çıkaramazdı.

 

Orta Yol olan İslâmı; ifrat-tefrit/fazla ilerde olan fazla geride kalan ölçüsüz kimselerin uhdesine/eline bırakamazdı.

 

Osmanlı Devleti biliyor ve bildiriyordu ki, Musevilik yetmiş bir fırkaya/guruba/farklı izah erbabına ayrıldığı için tahrife uğramış. Bozulmuş. Asliyetini kaybetmişti.

 

Osmanlı Devleti biliyor ve bildiriyordu ki, Hıristiyanlık yetmiş iki fırkaya/guruba/değişik yorumlara imkân verdiği için o da zamanla eski asıl hâlini keybetmiş. O da ilahî defterden silinmişti.

 

İslâmiyete gelince o da -şu anki kimisinin mensûbu kalmayan- yetmiş üç fırkaya/guruba/açıklayıcı birimlere ayrılmıştır.

 

Bunlardan biri ki, o Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'tir. Bizzat Hz. Peygamber'in yoludur. Hak ve Hakdadır. Ehl-i Necat/Kurtuluş Sahipleri'nin yoludur. Vasat/Orta Yol'dur.

 

Diğer yetmiş iki fırka/gurup Fırak'ı Dâlle'dir/Dalâlette olan sapık ve bozuk fırka ve bölüklerdir. Yanlış yoldadırlar.

 

Nitekim Fatiha sûresinde bunlardan Mağdûb/Gazaba uğrayanlar, uğramış olanlar ve Dâllîn/Dalâlet/Sapkınlık içinde bulunanlar diye bahsedilmektedir.

 

Kurtuluşta olan Ehl-i Necat ise Fatiha Sûresinde "Sırate'l-Müstakîm"/Doğru Yol üzere bulunanlar diye zikredilmekte ve bu şekilde nazara verilmektedir.

 

*

 

İşte bu mağdub ve dâllîn zümreleri her zaman mevcuttur. Âlimler onların kimler olduğunu -özellikle ve öncelikle-tefsir kitaplarında gâyet güzel açıklamışlardır.

 

Günümüzde İslâm, doğru bir şekilde vardır ve gereği gibi yaşanmaktadır.

 

Ama doğal olarak, İslâmı bilmeyerek, yanlış yorumlayanlar mevcut olduğu gibi, isteyerek istemeyerek yanlış yöne çekenler de aramızda yer almaktadır.

 

Bozucu ve bozguncular ister içerden çıksın ister dışardan gelsin farketmez. Gerçek olan şu ki, tehlike hiçbir zaman geçmemiştir. Kıyamete kadar da geçeceği yok. Çünkü dünya zıtlar âlemi.

 

Zaten bu farklılıklardan değil mi ki, hakîkat tecellî ediyor. Ortaya çıkıp kendisini gösteriyor.

 

*

 

Bugün Osmanlı Devleti, ismen tarihe karışmıştır. Ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti dimdik ayaktadır. Ve Osmanlı Devletinin hukuken devamıdır. Meşrû vârisidir. Vatan aynı vatan, millet aynı millettir. Sadece libası/elbisesi/ismi ve idare şekli değişmiştir. Millet ise yüzde doksan dokuz müslümandır.

 

Osmanlı Devleti için geçerli olan tehlikeler aynen Türkiye Cumhuriyeti Devleti için de vârittir, geçerlidir. Dikkat edilmesi gereken hayatî hususlardır. Bundan dolayı Türkiye Cumhuriyeti Devleti de çok dikkatli olmalı.

 

Halkın çoğunlukla müslüman olması Fırak-ı Dâlle'nin/Bozuk ve sapkın gurup ve taifelerin iştahını kabartıyor. Fitne fücûr salmak için fırsat kolluyorlar.

 

Nitekim Bayrak, Devlet, Vatan, Millet Ordu, Darü'l-İslâm v.s. nice meftum ve kavramlar üstünde çok duruldu. Çok oynandı. Asıl mânâlarından uzaklaştırılmak istendi. Halen de bunların üstünde oynandı. Oynanıyor.

 

Nifak tohumları yurt sathına ekildikçe ekiliyor. Her zamankinden çok daha dikkatli, uyanık ve tetikte bulunmak gerekiyor.

 

*

 

İşte eskinin Şeyhülislâmlik/Meşihat makamının yerini bugün Diyanet İşleri Başkanlığı almıştır. Ve devletin uhdesindedir. Devletin yedeğindedir. Devletin koruması ve himayesi altındadır. Hem yurt içinde hem yurt dışında büyük manevî ve millî bir hizmetin içinde ve başındadır.

 

Vatan müdafaa ve savunmasında maddî Türk Ordusu'nun yanında, mânevi Türk Ordusu görevini üstlenmekte, ödevini bu şekilde, mânen yerine getirmektedir.

 

*

 

Evet Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin en mühim bir organı/uzvudur. Türk vatandaşlarına ve çoluğuna çocuğuna dinini, imanını öğretmek; evvel emirde bu kuruma düşer.

 

Onun bu vazifeyi hakkıyla yapacağı ve zâten yapmakta olduğu meydandadır. Kısaca Diyanet hususunda devletin nasıl yükümlülükleri varsa, Diyanet İşleri'nin de halka yönelik çok ulvî ve o nisbette mukaddes mi mukaddes, kutsal mı kutsal manevî/dinsel görev ve vazifeleri var.

 

Şurası unutulmasın ki, Diyanetin devlete bağlı oluşu; Diyanetin dinden çıkarıp, dinden anladığı ve dinden çıkacak olan yerinde yorumlarını bağlamaz. Ve bağlamamalı.

 

Devlet de uhdemde/benim elimde diye dini; din dışı yorumlamaya kalkmak gibi işlere zinhar/kat'iyyen kalkışmamalı.