Devletimiz 90 yıllık Cumhuriyet tarihinde hiç bu kadar tehlike altında kalmamıştı. Tabii bu süreç, 80 İhtilali’nden sonra ANAP dönemiyle başlamış ve AKP döneminde zirveye ulaşmıştır.

Özal 1987’de Malatya’da seçim otobüsünün üzerinde halka hitap ederken, yanında bakanlar, milletvekilleri ve vali bulunmaktadır. Özal’ın boyu kısa olduğu için halk “Başbakanı göremiyoruz!”der. Bunun üzerine Özal bakan ve milletvekillerine “Yere çökün!” diye emreder. Herkes çöker, vali hariç. Özal,“Vali Bey, sizde çökün.” der. Vali “Başbakanım, ben devleti temsil ediyorum. Devlet çökmez.” diye cevap verir ve otobüsten aşağı iner. Özal bunun üzerine “Haklısın. Sen çökersen devlet çöker.” der şakayla karışık kızarak. Sonra ne mi olur? Vali kızağa çekilir.

Maalesef demokratik bağımsız hukuk devletinin tanımını yapamayanlar veya buna inanmayanlar tarafından, demokrasiyi trene benzeten bir görüşle yönetilmenin sonuçlarının buralara gelebileceğini halk olarak çok iyi analiz etmemiz gerekirdi.

Bu süreçte halkın yumuşak karnı olan din çok güzel bir biçimde işlenmiştir. Rahmetli Bölükbaşı’nın bir tespiti var: “Dünya üzerindeki tüm sektörleri inceledim, en kârlısı din ticareti.” der. Din sandığımız bu anlayışın sonunda daha önce hiç duymadığımız bir dine götürdüğünü görmenin bizleri şaşırtmaması gerekirdi. Adaletsizliğin, hukuksuzluğun, zulmün, haksızlığın, adam satmanın, hırsızlığın, kısacası yapılan hiçbir işin kamu yararına olmadığı, vicdanları yaralayan bir idare hangi dinde vardır; bilemiyorum doğrusu.

Devlet ne olup ne olmadığından, yürütmenin yetki alanlarının neler olduğundan, yargının nasıl işlediğinden, kuvvetler ayrılığından bihaber olanların demokrasiyle idare edilen bir devletin yöneticiliğini yapmasının sonuçları ortada maalesef. Cumhuriyeti, hukuku, demokrasiyi olduğu gibi algılayamayan bir kafa yapısının bu mefhumlara saygı göstermesini beklemek, abesle iştigal olsa gerek. Devleti cumhurbaşkanı temsil eder, illerde ise valiler temsilcidir. Hal böyle iken yürütmenin başının “Ben seçilmişim, yargıda ne oluyor? Benim yaptıklarımdan hesap sorulamaz. Yetki bende.” anlayışı, ne kadar demokratik ve hukukla alakalı bir anlayıştır? Bu ruh hali, sayın başbakanımızın her konuşmasında kendini ele vermektedir. “Benim valim”, “benim bakanım”… Sayın başbakan, devletin valisi devleti temsil eder, yani o ilin mülkü amiridir. Sizleri de bu devlete hizmet edebilmeniz adına geçici olarak millet göreve getirmiştir. Vakti gelince veya göreviniz sonunda o koltukları devredeceksiniz. Size baki olmayan bir koltukta oturmaktasınız. Önemli olan burada, göreviniz boyunca sizlere verilen emaneti ne şekilde kullandığınızdır ve tarih bunu apaçık bir şekilde yazacaktır. Tarihe ne şekilde geçeceğiniz ise tamamen bizlere aittir ve yazılan tarih, maalesef asırlarca sizleri öyle anacaktır.

Gelelim son duruma. Mahkemelerimizde hâkimlerimizin kürsü arkasında “Adalet mülkün (devletin) temelidir.” yazar. O yazı rastgele yazılmamıştır. Bu felsefe hem modern hukukun olmazsa olmazı hem de dinin emri ve gereğidir. Et kokarsa tuz kokarsa. Evet, gelinen nokta maalesef tuzu kokutmaktır. Savcılarımızı genelgelerle iş yapamaz durumuna sokmak, hangi mantığa ve vicdana uyar? Bu teşebbüsün aklı fikri kurtarma hakikati saklamaktan başka nerede olabilir ki? Bu telaş acaba, yangından mal kaçırmak için olabilir mi? On iki yıldır kanka olduğunuz, ne istediyse verdiğiniz güruha ne oldu da kötü adam oluverdiler birdenbire? Devlet hâkimiyetinin hiç grupla paylaşılamayacağını bilemediniz. Karşılıklı itimatla devletin yönetilemeyeceğini bilemediniz. Hukuk devleti sınırları içerisinde yaşayan tüm yurttaşlara eşit bireyler oldukları bilinciyle yaklaşamadınız. Sayın başbakan, o kadar çok eksik ve yanlış kişilerle takım kurdunuz ki 90 dakika sonunda varılan hüsranı ancak anlayabildiniz fakat çok geç artık. Kediyle çuvala girmenin sonuçlarını daha önce tahmin edebilmenizi arzu ederdik.

Son 12 yılda gelinen noktada gayri hukuki uygulamalar devam edegelmiştir. Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının adının geçtiği bir an için gerçek olduğunu varsayarsak darbeye teşebbüs – bakın, suçlama: teşebbüs- bunun cezası belgelerin sahteliği kanıtlanmış olduğu halde 20 yıl. Bir tarafta fikrin bile ceza aldığı bir adalet, öbür tarafta yıkmak ve bölmek üzere eline silah almış, kan akıtmış, yıllarca ülkeye can ve mal kayıpları verdirmiş, dünyanın en azılı terör örgütüyle göğüs gere gere oturulan bir müzakere masası. Terörist başının yöneticiliğini yaptığı sözde barış sürecinde milleti “analar ağlamasın” zırvalarıyla uyutmaya çalışılmaktadır. Bölme işlemi ilmik ilmik işleniyorken, genel af dahi gündeme gelirken bu nasıl adalettir ki, sözde darbeye ömür boyu cezalar gelirken vatana ihanetin cezası olmaz, olamaz? Kısaca; vatana ihanetin hoş görüldüğü, fikir özgürlüğü bağlamında değerlendirildiği bir ülke nasıl ayakta kalır? Bu ülkede birliği nasıl sağlarsınız?

Yarın, Türkiye verilen tüm ödünlere rağmen aynı sarmal içinde bulacak kendini. Tıpkı cemaat gibi başımızın ağrıyacağı kesin.

Sonuç olarak, devletin tüm organları dejenere oldu. Eğer bütün vatandaşlara adalet dağıtan bir yargı baskı altındaysa, görevini yapmasında sıkıntı varsa, engellendiğini düşünüyorsa, bunu da medyada açık, açık söyleyebiliyorsa, kolluk kuvvetlerini harekete geçiremiyorsa veya yargı vicdanın değil de yürütme erkinin lehinde kararlar verebiliyorsa geriye yapacak başka ne kalmış olabilir? Sistem çökmüştür. Karşılıklı kişisel rövanşlara şahit oluyorsak ve tüm bunların yasal çerçeveye uydurulması amacıyla yargı, polis kullanır hale gelmiş ise rejim çökmüştür, çökertilmiştir. Format atmaktan başka çaremiz kalmamıştır. Şunu da dünya âlem bilsin ki daha son sözünü söylemeyen yüce Türk Milleti atacaktır formatı, aslına dönmek ve adaleti hâkim kılmak üzere.