“Son yıllarda ‘Resmi Tarih’ damgası vurarak Kurtuluş Savaşının bile olmadığını ileri sürenlere (rastlanır oldu. Nitekim en azından ‘Türk İstiklal Harbi’ni çok hafife alanlar; nerdeyse olmamış gibi düşünenler ortaya çıkmaya başladı. Ne yazık ki, bu şekilde düşünebilen Yrd. Doç.’ler vardır artık! İşte bu gibilere bir cevap) bir yanıt (niteliğinde olarak Cevdet Kerim İncedayı’nın Yapı Kredi Yayınları arasında yayımlandı. ‘İstiklal Harbi -Garp Cephesi-‘adlı bu eser ) bu yapıt. “1925 yılında yayımlanan ve 82 yıl sonra yeniden basılan çalışma yanında verilen o dönemin harita ve krokileri sözün bittiği yer oluyor. (İşte eserden bir parça:) “ ‘Atatürk, Türk milletinin kurtuluşunun ancak büyük bir askeri zaferle olanaklı olduğunu uzun ve mücadele dolu deneyimlerden sonra kanıksamıştı. Bir an geldi ki bütün milli güçleri yığıp bu zaferi elde etmek en gerekli oldu. İşte bu takat 25 Ağustos akşamı Afyon hattında son haddine vardırılmış ve 26 Ağustos sabahı milletimizin talihi denecek ve yazgısını belirleyecekti. Başkomutan karargâhı 25–26 Ağustos gecesini Kocatepe’den uzanan dereler içinde geçirdi. Gün doğmadan çadırlardan ayrıldık. Önde Atatürk, her adımda dikleşen bir tepeye doğru, (savaşı idare yeri olan Kocatepe) ince bir patikadan ve her atın başı önündeki atın kuyruğunu ısırırcasına sıklaşmış bir kafile halinde ilerliyorduk. Biraz sonra Bağımsızlık Savaşı gibi yeryüzünün ayrıcalıklı eseri olan o olayı yaratabilen Türk milletinin son takati bütün bir düşmanlığın karşısında harekete geçecekti.’ (Bütün Dünya, Sayı: 2007/ 08, 1 Ağustos 2007, s:158) X Bir ülke ki, senelerdir resmen terörle mücadele halindedir. Her gün bu uğurda birkaç askeri ya şehit düşmekte ya gazi olmaktadır. Ve fakat aynı ülkede kimi Belediye Başkanları sanki ayrı bir ülkenin Belediye Başkanları imiş gibi teröristlere kucak açar, aleyhlerinde bulunmaz; onları “Silahlı Muhalefet (!)” olarak niteler; öldürülenlerin naaşları için resmi araçlar tahsis eder; ailelerine taziyede bulunur; üzüntülerini dile getirir; mezarlıklarda sözde şehitlikler ihzar edip açarsa; o ülkede terör durur mu? Terörist nadim ve pişman olur mu? Başkalarına da bu tutum ve davranışlar kötü örnek olmaz mı? Ve böyle gecenin sabahından hayır umulur mu? Üstelik öyle bir ülke ki, halka kendilerini -bir bakıma- zorla seçtirenleri Meclisine buyur eder; yüksek perdeden konuşmalarını sağlar; teröre çanak tutan tutumlarına imkân verip ceplerini de milletin parasıyla doldurarak adeta gönüllerini alırsa; o ülkede terör durur mu? Terörist akıllanır mı? Bu durum karşısında millet şaşırmaz, ikilem içinde kalmaz mı? Hele vatanın bölünmezliği için her an canını veren kanını döken askere duraklama gelmez; karşısına can alıcı sorular dikilmez mi? Eğer ben şehit ve gaziysem; ya diğer şehitlikler necilik oluyor ve niçin kuruluyor? Yok eğer onlar haklıysa ben boşuna mı ölüyorum? Demez mi? Unutmayalım ki, aynı iddiada bulunan iki şeyden aynı anda ikisi de hakiki ve gerçek olamaz. Çünkü biri hakiki ise, öbürü mecazidir. Gerçeklik ancak birisindedir. Elbette haklı olan Türk askeridir. Hakkıyla şehit düşen gazi olan bu askerdir. Asiler ne zamandan beri haklı görülmeye başladı? Ne oldu? Yoksa feleğin çarkları ters dönmeye mi başladı da bizim haberimiz olmadı? X “Niye bizim gibi düşünmüyorsun?” soruları, “Sürüye boyun eğmek zorundasın!” yaklaşımı ve konuya biraz farklı açıdan baktığı için kendi partileri mensubu olan bir yazar hanıma “Sürtük!” demeleri; yenilir yutulur cinsten değil. Demokrasi havarisi geçinenler; kendi bakışları dışında görüş beyan edenleri hemen aforoz ediyor, ona hayat hakkı tanımıyorlar! Hani nerde? Ne oldu? Karşıt fikirleri savunanların; fikir hürriyetleri için her şeyi göze alabileceklerini söyleyenlere? Yazık ki, genellikle bir cemaat / topluluk, bir dernek, bir parti veya bir gazetede tesbit edilmiş olan genel çerçevenin içinde kalmak şartıyla bile olsa; en ufak bir değişik görüşe tahammül edilmiyor, hoş karşılanmıyor! Hemen kapı gösteriliyor! Nitekim bir yazar arkadaş, çalıştığı gazetece desteklenen bir parti başkanını normal bir tenkide tabi tuttuğu için kendisini anında kapı dışında bulduğunu üzülerek anlatmıştı! Resmi olsun özel olsun her müessese ve kurumda ve özellikle partilerde maalesef despotça tavır ve davranışlar sergileniyor! Ve bu istibdad ve tahakkümün çoğu zaman farkında bile olunmuyor! Hatırlatıldığında ise -ne hikmetse- ilk şaşıranlar -enteresandır- kendileri oluyor! X “Türkiye’nin itirazına rağmen kabul edilen göç yasasının ardından Almanya’da şimdi de Türkçe eğitimi krizi baş gösterdi! Almanya’nın Rastatt şehrinde Türk öğrenciler için sınıf tahsis etmeyerek Türkçe derslerinin verilmesine engel olan Belediye Başkanı Klaus Echardt Walker’e mahkemeden onay geldi. Kuzey Baden Türk Veliler Birliği’nin Karlsruhe İdari Mahkemesine yaptığı ‘yürütmeyi durdurma kararı çıkartılması’ talebi, mahkeme heyeti tarafından reddedildi!” (Ahmet Özay / Frankfurt, Zaman, 30 Ağustos 2007, s: 21) İşte yere göğe koyamadığımız Resmi Batı Bu! AB’ye girmek için yapmadığımız şaklabanlık kalmayan Batı’nın bize biçtiği kaftan bu! Bize yaptığı dayatmaların tam aksini kendi ülkelerinde bize nasıl tatbik ettiğini görelim de, uğrunda yanıp tutuştuğumuz Resmi Batı’nın ne menem bir şey olduğunu artık anlayalım. Ve bilelim ki: “Onüç asır evvel şeriat-ı garra (İslamiyet) teessüs ettiğinden (ortaya çıktığından), ahkâmda (hükümlerde) Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslam’a (İslam dinine) büyük bir cinayettir. Ve şimale (kuzeye) müteveccihen (yönelerek) namaz kılmak gibidir.”