İlkokula başladığımız yıllarda semtimizde okul yoktu. Evimizden iki kilometre uzaktaki Alparslan İlkokuluna karda kışta, yağmurda karda ve tozda çamurda yürüyerek gidip gelmek zorundaydık. Otobüs, dolmuş ve dahi okul servisleri de yoktu. Şanslı olan bazı sabahçı çocuklar komşularının at arabasına doluşur, Karaaaliler Caddesinde oturan Ali Yavaş öğretmen de tekerleri içeri doğru eğri olmakla meşhur mavi Skoda’sının şoför mahalline ve kasasına öğrenci doldurarak gider gelir, bir nevi ücretsiz servislik yapardı.
Önlüklerimiz siyah, plastikten mamul beyaz yakalıklarımız ise boynumuzu boğazımızı kesecekmiş gibi rahatsız ederdi. Çantalarımız gülle ağırlığındaydı ve hamal tutulmaya müstehaktı. Sosyal medya gibi teknolojik iletişim ağları henüz icat edilmediği için karda, fırtınada okulun bir duyuru ile tatil edilmesi de rastlanmış bir şey değildi.
İlkokula bir hanım öğretmen nezaretinde başladık ama her yıl öğretmen değiştirdiğimizden mi nedir, adını hatırlayabilen maalesef yok; ne büyük vefasızlık!
Alfabeyi öğrendikten sonra heceledik, sonra heceleri tutturup kelimeleri okuduk. Okumayı ilk söken Hasan sızma, sonra, dedesinin “Akkuşum” diye sevmesinden ötürü herkesin Akkuş adını taktığı Hasan Hüseyin Amaç’tı. Mehmet Dikkaya ve Servet Küçükdemirel’den başka Haşim Kaynak, Mustafa Kaynar, bir süre sıra arkadaşlığı yaptığımız Vedat Karabiber, Çayırbağlı Yılmaz ve Mine; bir de annesiyle ayrı yaşayan babası tarafından kaçırılan Özlem kalmış aklımda. Ne yazık ki diğer isimler hafızamda yer tutmamış. Okuma durumumu test eden babam “Aferin” deyip o hafta sonu beni çarşıya götürdü. Alış veriş faslından sonra Merkez Postanenin arkasındaki fotoğrafçılardan Foto Şar’a giderek ömrümdeki ilk vesikalık fotoğrafımı çektirdik.
Babam düzenli olarak okuduğu bir İstanbul gazetesini birkaç hafta sonra dışa katlanmış olarak getirdi. Çocuk köşesinde beni fotoğrafım, yanında da dört mısralık bir şiir vardı. Belki bin defa okuyup her dizesine hayran olduğum şiirin Ali Ulvi Kurucu Üstada ait olduğunu yıllar sonra ancak öğrenmiştim.
“Ruha bir pencere açmazsa eğer ulviyyat,
Hani billâhi ölümden de beter bu hayat.
Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular,
Kur’an’a beşerin her zaman ihtiyacı var.”
Babam o yıllarda benim gazeteci ya da şair olmamı arzu etmiş miydi bilemem ama aklıma gazeteci olma fikri gelmese de şairliğe epeyce özendiğimi söyleyebilirim. Meğer kader yazımızda gazeteci olmak varmış ve biz bunun işaretini almış da farkına varamamışız.
Her sınıfı başka bir öğretmende okuyorduk ve üçüncü sınıfta kısa boylu sempatik bir öğretmenimiz oldu. İkbal öğretmen ilk birkaç gün öğrencileri yakından tanımaya gayret edip Havva Pembe ile beni başkan ve başkan yardımcısı seçtikten sonra oturma düzenimizi de değiştirip yanımıza Zahide’yi de alıp bizi Öğretmen kürsüsünün karşısına oturttu. Babam, terzilik maharetini sergileyip Havva ile benim için kırmızı bez üzerine beyaz S.B. harflerini yapıştırarak okulun en güzel kolluğunu imal etmişti.
İkbal öğretmen tayini çıkınca ikinci dönemde okuldan ayrıldı ve yerine Mehmet öğretmen geldi. Tanışma faslından sonra gözlerini bize çevirip dik dik bakarak “Sizi kim böyle oturttu, böyle olmaz” deyip benim arkaya geçmemi söyledi. Tamamda; arka taraftaki düzen nasıl olacaktı? Öğretmen oraya hiç karışmadı, kendi aramızda hallettik. Ön sırada; reşit olur olmaz evlendirilen ve genç yaşta kanser olup vefat eden Havva ile Zahide ikili, biz arka sırada üçlü hatta dörtlü oturduk.
Birkaç gün sonra Türkçe dersi işlediğimiz sırada öğretmen uzunca bir şiiri bir hafta sonra hepimizin ezberlemiş olmasını istedi. Şiir en sevdiğim şeydi ve o akşam ilk iki kıtayı ezberledim. Diğer dört kıtayı da ezberlemem zor olmayacaktı. Fakat ertesi gün öğretmen anlattığı konuyu yarıda bırakıp bakışlarını bana çevirerek bir hafta sonrası ezberlenmesini istediği şiiri okumamı söyledi. “Dün ilk iki kıtasını ezberledim, haftaya kadar hepsini ezberlerim” dedikten sonra şiiri okumaya başlayacaktım ki fırsat yakalamışçasına kükreyip “Ne demek haftaya ezberleyeceksin! Sen başkansın, örnek olacaksın. Çıkar o kolluğu!” demez mi?
Şaşkınlık ve mahcubiyet hissiyle kolluğu söküp sıraya koymuştum ki bu defa “Getir onu bana” diye bağırdı. Mülkiyeti benimdi ama istiyordu işte! Kara tahtanın önündeki öğretmene götürüp verdim ve bastığım yerleri görmeden yerime döndüm. Muhtemelen şiiri ezberlemeye başlayan ilk kişi bendim ve herkesin bakışlarında büyük bir korku vardı. Zira herkes başını öne eğmiş, kimse öğretmenle göz göze gelmek istemiyordu. Gözleriyle sınıfı bir müddet süzdükten sonra duvar kenarında en arkada oturan Cennet’e “Sen” diye seslendi. Zaten esmer olan arkadaşımız simsiyah kesilmişti, “Şeyy… Öğretmenim, ben hiç ezberleyememiştim” diyerek ayağa kalkmıştı ki “Olsun, gel; seni başkan yardımcısı yaptım” diyerek, kolluğu ona taktı. Okumayı söktükten sonra şiir kitaplarına müptela olan ben, bir hafta sonra okunmak üzere verilen şiirin ilk gün iki kıtasını ezberlemiş olmaktan dolayı azledilmiştim. Evet, bilenle bilmeyen bir olmazdı, zira bilmeyen bilmediğinden mesul olmamalıydı!
O şiirin bütün mısralarını büyük bir hınçla, şairini ve şiirini dahi sevemeden ezberledim. Ve fakat bir hafta sonra şiirin okunacağı gün öğretmen başka ders yaptırıp şiiri kimseye sormadı bile!
Bu dönemde Kovanağzı’nın eski harman yeri olan arazi, mülk sahiplerince okul yapılmak üzere bağışlanmış, semtin meşhur emlakçısı Ali Taşoluk amca varını yoğunu inşaata harcamaya koyulmuştu. Tatil zamanlarında tuğla, kiremit, kum taşımaya biz çocuklar da yardım ediyorduk. Beşinci sınıfa geçtiğimiz yaz aylarında inşaat tamamlandı, açılış için tefrişat aşamasına geçildi. Fakat eğitim öğretim yılının açılış tarihine yetişmedi. Alparslan Okulunda, nakil talep edenlerin kayıtları tutuldu ve ilk bir ay biz adeta misafir öğrenci muamelesi görüp derslerden muaf tutulduk.
Dönemin Konya Valisi Lütfi Fikret Tuncel ve protokol mensuplarının katıldığı törenle Ali Taşoluk İlkokulu açıldığında bizde ilk mezun namzetleri olarak beşinci sınıfları doldurduk. Hasan Hüseyin Kahraman, İbahim Çiğdem, Mehmet Kaya, sonraki yıllarda “Parlament” lakabını verdiğimiz Taşkentli Mehmet, Mustafa Dere, tren kazasında ölen Halil, Dursun ağanın oğlu merhum Mehmet, Kadriye, Ayten, merhume Sevgi, Cennet, Kezban Teke, Sevgi Şentabakçı ve Canan hemen aklıma gelen sınıf arkadaşlarımızdan bazılarıydı.
Kasım ayı yaklaşırken Sevgi öğretmen, 24 Kasım Öğretmenler Günü için şiir, resim ve kompozisyon yarışması yapılacağını duyurdu, sonraki günlerde de herkesi yarışmaya katılmak üzere teşvik etti. Katılım süresinin son gününde ben iki şiir götürdüm. Diğer eserleri de toplayan öğretmenimiz ikinci derse gelmedi. Anlaşılan değerlendirme toplantısı yapılıyordu. Bir ara müstahdem Ali amca gelip “Müdür odasında toplantı var. Sessiz olun” diye uyardı.
Teneffüs zili çaldığında herkes gürültüyle bahçeye koşarken, o gün nöbetçi olan Mustafa öğretmen nizamı sağlamak için Müdür odasından çıkınca koridorda karşılaştık. “Mustafa’m gel hele kuzum, senin adın neydi?” diyerek beni yanına çağırması ruh halini belli ediyordu. Zira adımla çağırıyor ve adımı soruyordu! “Ben de akıl mı bıraktın? Ne güzel yazmışsın, sağ ol, var ol” diyerek taltif ettiğine göre birincilik bana verilmiş olmalıydı.
Sınıfa geldiğinde Sevgi öğretmen belki de meslek hayatının en mutlu gönlerinden birini yaşıyordu. Benim birinci seçildiğimi, törende iki şiiri de okuyacağımı söyledi.
Öğretmenimiz bir de piyes hazırlamamızı istedi. Nasreddin Hoca’nın düdük fıkrasını oynamak üzere hazırlıklara başladık. Hoca rolü bana verilince evden bir siyah pardesü, sarık yapmak için beyaz tülbent ve şapka ile heybe getirdim. Fakat eşeği uyarlamak zor işti. Evlerinde kurban bayramında dana kesilen bir arkadaşımız post getirdi ve bunu da çözdük. İki arkadaşımız uzuneşek oynar gibi peş peşe eğilip sırtlarına post bürünecek, üzerlerine de heybe koyulacaktı.
Önce yarışmayı kazanan eserler sırayla anons edildi. Gazetede yayımlanan şiirle başlayıp, yarısını ezberlemekle başkanlıktan olduğum ilk mektep serüvenimin son aşamasında mahallede bana ün verecek olan şeritle süslenmiş dolma kalem ödülümü Mustafa Günok’un elini öperek aldıktan sonra derhal oyun hazırlığına başladık. Önceden hazırlanmış, Çukurova’da yetişmiş pamuktan yaptığımız sakalı da yüzüme yapıştırdıktan sonra sınıftan çıkarak oyunu sergilemeye koyulduk. Salon tıka basa seyirci doluydu ve eşeğin nizamını bozmamak için daracık koridordan salonun sonuna kadar gitmemiz lâzımdı. Şiir okurken ne kadar alkış aldığımı fark edememiştim ama seyircilerin arasından Nasreddin Hoca kılığıyla geçerken alkış tufanını fark edebiliyordum. Arka sıralarda annemle göz göze geldiğimiz sırada rolden kopmamak için daha bir gayret etmeliydim. Zira gülmekten kıpkırmızı kesilmiş, alkışlamaktan da elleri yorulmuş olmalıydı. Boşlukta eşeği döndürdükten sonra işimiz daha kolaydı. Hem şiir birinciliğim hem de müsamerede oynadığımız rol Kovanağzı’nın ilklerinden oldu.
Sınıflarımız kış aylarında soba ile ısınır, devletin tahsis ettiği odun ve kömür yetersiz kaldığı zamanlarda öğrenciler evlerinden sırayla odun getirirdi. Müdürümüz Mustafa Günok’un bahçenin dört bir yanına diktirdiği ve “Bunlara siz emek verdiniz, göz kulak olun da kırıp zarar vermesinler” diyerek yine bize emanet ettiği kavaklar yaz aylarında beyaz pamuklar savurur mahalleyi kar beyaza boyardı. Yıllar sonra kocaman ağaç olan kavaklar geliriyle kalorifer tesisatı yapılmak üzere kesilip satılınca bizden sonraki nesil odun ve kül derdinden kurtulmuştu.
Geçen sonbaharda Kovanağzı’na vardığımda Hatıp Sultan Sokak’taki hareketlilik dikkatimi çekti ve Denizköy’e girmek yerine yola devam ettim. Arabalara bağlanan havlulara bakılırsa düğün vardı ama kimin? Belki Bozkırlı Mustafa amcanın torunlarından biri, belki Halis ağabeylerden, belki Necat Hocalardan ya da tanımaya fırsat bulamadığımız yeni nesilden birilerinin düğünüydü. Oysa eski zamanlarda mutlaka bilir ve hatta davet edilirdik.
Konvoyu kurtulur kurtulmaz okulun bahçesine ilişti gözüm. Koskoca bina yok oluvermişti. Bir an Mustafa Alakır’ın “Evi Çaldılar” başlığıyla yayımlanan haberi düştü aklıma ve “Bizim okulu da mı çalmışlar” diyesim geldi.
Bahçedeki ihtişamlı sarı kepçe dişlerini asfalta dayamış, “Ben yıktım” dercesine orada duruyordu. Molozların bir kısmı taşınmış sınıfların dizilimini gösteren temel yapısı ortaya çıkmıştı. Bir penceresi Mahmut Hocanın bahçesine, diğeri otobüs yoluna bakan sınıf bizimdi mesela da; yaz tatilinde kucağımızda taşıdığımız tuğlalara, kiremitlere ne olmuştu?
Tek katlı beş sınıflı olarak inşa edilen okul, mahallenin hızla büyümesiyle yetersiz kalınca bahçeye iki katlı bir ek bina yapılmış, son yıllarda bu da yetersiz kalmıştı. Duvarlarına bizim gibi binlerce çocuğun ve öğretmenin hatıralarının sindiği duvarlar yıkılsa da yerine bugünlerde daha ihtişamlı ve yüksek kapasiteli bir bina yapılıyor.