Muhabirlik yıllarımızda, bundan belki 35 sene önce bir deplâsman yolculuğumuzda Samandağ Müftüsü ile yan yana seyahat etmiştik. Adını sanını unutsam da renkli kişiliği ile Hatay ve Samandağ üzerine sohbetimiz zihnimde tazeliğini koruyor.

“Allah türlü güzellik vermiş, bereketli topraklar vermiş. Taş eksen can bulur derler ya, işte öyle” demişti. Sunnî, Alevî, Türk, Arap Kürt, Süryanî, Müslüman, Hıristiyan ve Musevîlerin bir arada yaşadığını da anlatmıştı.

Sivas’ın Meraküm yaylasında herkesin memleket yarıştırdığı bir gün de Nurettin Binicioğlu ince sesiyle “Hatay’ın güzelliğine derman yetmez” diye araya girince “Sizin bağda bülbül öter mi?” diye sormuşlardı. Amanos dağlarını, Harbiye şelalelerini, Habîb-i Neccâr Camiini ve dahi şehit edilme hadisesini, coğrafyanın koynunda saklı insanlık tarihinin ibretlik yapılarını 30 sene önce Nurettin’den dinlemiştik.

Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesi yönetimi 2022 faaliyet takvimine “Yazılacak Çok Şeyimiz Var” projesi için Hatay seyahatini yazınca Müftü Hoca ve Nurettin’den aklımızda kalan bilgiler yoğun bir etkinlik içinde olacağımızın işaretini vermişti. 

Üstelik “düzenleyici” sıfatı ile işin organizasyon kısmında da sorumluluğumuz vardı. “Seyahatimize katılmak ister misininiz?” diye aradığım bir yazar arkadaşımın “Hatay mı? Elbette katılırım, ben annemi sırf künefe yedirmek için götürmüştüm” dediğinde bende oluşan hayret hislerini eminim şu an siz de yaşıyorsunuz! Kadere bakın ki bizimle gelemedi o arkadaşımız. “

Kafilemiz renkli, etkili, bilgili ve de ilgili insanlardan oluşuyordu. Eskiçağ tarihçisi, mimarlık profesörü, Fars dili edebiyatçısı, fotoğraf sanatçısı… Bu yolda hepsine bol malzeme vardı.

Yamacından geçip de uğrak vermek olmazdı; biz de yolumuzu çevirip, Kur’an-ı Kerim’de övgüyle zikredilme şerefine ermiş, inancını yitirmiş bir toplumda imanlı kalıp, zulümden korunmak için girdikleri mağarada 309 yıl uyutulup asırlar sonrasına uyandırılan Ashâb-ı Kehf’i ziyaret ettik.

Mümbit Amik Ovası kesif dağların eteğinden Asi Nehrinin iki yanına doğru serilmiş devasa halıyı andırıyordu. Kısık gözlerle ovayı süzen Mehmet Boztepe sanki Armagedon savaşının çığlıklarını duyar gibiydi.

Bir manzara fotoğrafının içine girercesine Harbiye Şelalelerine doğru yürüdüğümüzde, kayalardan çağlayarak inen suyun feryadı da, hikâyede kraldan korunmak için kendini toprağa emanet eden Defne kızın ağıtı gibiydi.

Bir yanı Harbiye’ye, diğer yanı Antakya’ya nâzır restoranda günün yorgunluğunu atarken Nurettin’i arayıp “Geldim” dedim. 

On beş dakika sonra kapıda belirdi ve duraksayıp kalabalığı süzmeye başladı. 30 yıl sonra hasretle kucaklaşıp biraz eski defterleri karıştırdık biraz da yarına dair konuştuk. 

Saat 12’yi vurduğunda telefonla arayan kızına “Konyalı amcanla beraberiz, senin de yarın dükkân da tanışmanı arzu ederim” diyerek ertesi güne dair gıyabî bir randevu yazıverdi.

Terasında Antakya’nın ayaklarınıza serildiği doğal mağara St. Pierre Kilisesi, az ötesinde Habîb-i Neccâr’ın başı vurularak şehit edildiği mekân. Baktıkça, öğrendikçe, gördükçe tarih kıyamda sanki! Bir kâfile Hatay Arkeoloji müzesini tamamıyla ziyaret edebilmiş midir acaba? Sadece mozaik bölümünde bile renklerle raks eden taşlar sek sek oynarcasına alıp götürüyor sizi tarihin derinliklerine.

“Şehir ile kenti birbirinden ayırmak lâzım” der TYB Konya Şube Başkanı Ahmet Köseoğlu… Şehirlerin, şehre hayat veren bedestenleri vardır mesela; Hatay’da olduğu gibi. Asırlara meydan okuyan çarşı dimdik ayakta ve hâlen şehrin hayat damarı… Hemen yanı başında Fransızların işgal yıllarından kalma bir de Fransız Çarşısı var. İkinci kata çıkıyoruz. Nurettin, ormanın yeşile bürüdüğü karşı dağı gösterip anlatırken o anı görüyor gibiydi; “Kur’ân’da zikredilen hâdise şu karşı dağın yamacında, şu iri ağacın oralarda yaşanmış. Allah’a (cc) inandığını söylediği için Habîb-i Neccâr’ı başını vurarak şehit etmişler. Gövdesi orada kalmış, kopan başı yamaçtan, sonradan adına cami yapılan yere kadar yuvarlanıp gelmiş.” 

Etrafında Antakya evleri sıralı dar sokaklardan Habib-i Neccâr’a yürürken aceleciliğimize gülümsüyor “Antakya’ya az zamanla geldiniz, iki günde bitiremezsiniz” diyerek. Biz payımıza düşen zaman Habîb-i Neccâr’da yolcu namazı kadar oluyor. 

Altınözü’nde ismiyle müsemma tarihin tanığı eserler görmedik ama zeytin rekortmeni ilçede müzeye dönüştürülmüş eskiden kalma zeytin fabrikasında soluklanırken Kitâb-ı Mukaddes’te adına kasem edilen zeytinin evvel zaman içinde hangi alet ve yöntemlerle işlendiğine tanık olduk. 

Yol kenarında dört bir yanına haç resmedilmiş bir ocak dikkatlerden kaçmıyor. İçindeki koca koca mumları özel günlerde yakıyorlarmış.

Son gecenin sabahında rotamız Samandağ’dı. Kıvrım kıvrım yoldan su misali akarken bazen zamana yolculuk yapıyor Samandağ Müftüsüyle yolculuğumuz zihnimde tazeleniyordu. Rampadan yukarı çıkarken tabela yekûnu Ermeni olan Vakıflı köyüne geldiğimizi gösteriyor. Adı köy olsa da sanat yapısı evler dikkat çekiyor. Köyün ortasındaki kilisede o gün ayin var, ziyarete kapalı. Kel dağının eteklerinden Musa dağına doğru yol alıyoruz.

Vadinin içinde asırlara meydan okuyan ulu çınarın gövdesi mağara gibi olsa da dallarını taşıyacak güce halen sahip. Yanı başında üç oluklu Âb-ı Hayat Çeşmesi gürül gürül akıyor. Kulağıma bir ses çalıyor gelip geçenden “Coğrafya Akdeniz, manzara Karadeniz” diyor birisi.

Samandağ sahiline indiğimizde Hz. Hızır AS’ın makamı olduğu ifade edilen türbe karşılıyor bizi. Makamın; etrafını üç defa tavaf etme, dört bir yanındaki mermer kaideleri belirli sayıda öpme gibi farklı ziyaret usulleri varmış. Giriş kapısında ve içeride tütsüler yakılıyor.

Sırada Titus Tüneli ve Beşikli Mağarası var. Otobüsü Çevlik sahilinde bırakıp meyveli orman ağaçlarının arasından dağcı edasıyla yukarı yürüyoruz. Tünelin yukarıdan görüntüsü büyüleyici olduğu kadar ürkütücü. 

Beşikli mağarası hayret uyandırıyor. Evvel zaman insanları sanatlarında ve hatta teknolojide nasıl bir seviyedelermiş ki hammaddesi kaya olan dağı işleyip böylesine devasa, kanyon görünümlü bir tünel inşa etmişler?

O halde “Onlar, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna ibretle bakmazlar mı? Halbûki onlar kendilerinden çok daha kuvvetli idiler; hem sular, madenler çıkarmak, ekin ekmek, ağaç dikmek için yeri karmış, alt üst etmişler; hem de onu bunların imârından daha fazla îmâr etmişlerdi. Onlara da peygamberleri mûcizeler, açık deliller getirmişti; fakat inkâr edip helâk oldular…” mealindeki Rum Suresi 9. âyeti hatırlamakta fayda var.

Payas’ta Mimar Sinan’ın inşa ettiği Sokollu Mehmet Paşa Külliyesi bir devrin abidevî eseri olarak hâlen dimdik ayakta duruyor. Avlusu dahi kent meydanı olarak kullanılabilen yapının çok yönlü kullanım özelliği hayranlık uyandırıyor. 

İskenderun’da Deniz Müzesini de görmeye niyetliydik, fakat otobüsün bir camının rüzgâr basıncıyla yerinden çıktığı Çevlik yolunda kaybettiğimiz zamanda müze kapanmıştı. Anlaşılan kısmetimiz sahil gezintisiyle sınırlıydı. 

Bir zamanlar Oruç Reis’in Barbaros’un hüküm sürdüğü, günümüzde Okyanus ötesi ülkelerin dahi egemenlik kurmak için pusu üstüne pusu kurduğu Akdeniz’in ışıltılarını zihinlerimize kaydederek Konya yoluna revan oluyoruz…