Üniversite yıllarımda, zamanın “Bugün” gazetesinde çalışıyor; hem ikinci sayfaya değişik yazarlardan seçme makaleler koyuyor, hem de bazan bizzat kendim o sayfa için makaleler yazıyordum. Gazetenin sahibi merhum Mehmed Şevket Eygi, kitap okumaya düşkünlüğümü görünce, beni tebrik etmiş; bir de kitap tavsiye etmişti. “Sana Şehbender Zâde Filibeli AHMED HİLMİ’nin bir kitabını okumanı tavsiye edeceğim ama, kendine güveniyorsan oku! Sarsıcı bir eser; yine de sen bilirsin!” demişti.

Elli sene kadar önce yapılan bu tavsiye üzerine, Babıâli’deki kitapçıları bir baştan bir başa aradım taradım. Nihayet 1971 yılında basılan, dili de oldukça ağır olan “A’mâk - ı Hayâl” / “Hayâlin Derinlikleri” adlı kitabı buldum ve büyük bir iştiyak ve merakla bir çırpıda okudum. Sonraları tekrar tekrar okuyacaktım. Daha sonraları bu eser, sadeleştirilip daha anlaşılır bir hâle getirilerek basılmıştır.

Eserde şu satırlarla konuya giriş yapılıyor:

“Vaktimi mâlâya’ni (mânasız boş sözler) ile geçirir bir genç idim...Mütedeyyine (dindar) ve pek iyi bir validenin (annenin) ihtimam-ı tamile (tam bir ilgisi ile) geçen çocukluğum bende sökülmez bir hiss-i dinî (din duygusu) ve yıkılmaz bir düstur-u ahlâkî (ahlâk prensipleri) bırakmıştı. Muahharen (sonradan) mükemmel (tam) bir tahsil (eğitim) gördüm, fevkalhat (son derece) zeki olduğumdan, bize mütedair (bizimle alâkalı) malûmatta (bilgilerde) akranıma / yaşıtlarıma faik / üstün idim. Ekser gençlerimiz gibi mektepden çıkar çıkmaz, kitapları peygule-i nisyana (unutulma köşesine) atacak yerde, tevsî-i mâlûmata (bilgimi çoğaltmaya) mektepden sonra başladım. Az çok bir fikir peyda etmediğim (edinmediğim) hemen hiçbir şey kalmadı. Bahusus (özellikle) emsalim (yaşıtlarım) gibi ulum-u diniyyeden (din ilimlerinden) istiğna etmiyerek (kaçınmıyarak) hem cihet-i zahiriyeye (zahirî ilimlere) ve hem de aksam-ı batıniyede (gizli ilimlerde) behredar (bilgi sahibi) oldum. İşte bu mâlûmat (bilgi) yığınının altında bir gün vicdanımı tahlil (analiz) ettiğim vakit kemal-i hayretle (tam bir şaşkınlıkla) garîb bir halîta kesildiğimi (karma bilgilerle dopdolu olduğumu) farkettim. Ben küfrile (inkârla) imandan, ikrar (kabul) ile inkârdan, tasdik ile reyb (şüphe)den mürekkeb (meydana gelen) bir şey olmuştum. Kalben inkâr ettiğimi, aklen tasdik eder, aklen reddettiğimi kalben kabul ederdim.

“Velhasıl reyb (şüphe) denilen ejderha vücudumu sarmıştı. Bir fikri ne kadar metin (sağlam) esaslarla tahkim etsem (kuvvetlendirsem), reyb (şüphe) ejderhası, bir sarsışta yıkıyordu. Bâri kat’î (kesin) inkârla, hiç olmazsa rahat bir noktada kalabilir miydim? Ne gezer! İnkâr başka şey, reyb (şüphe) yine başka! Reyb ejderhası her kat’î (kesin) fikrin düşmanı idi. İster ikrar olsun, ister inkâr olsun mevzu ve müspet bir şey kabul etmiyordu. İmdi elvah-ı hayatiyeyi (hayat sayfalarını), fikrin in’ikasatı vücudiyesi (yansımaları) diye kabul edersek, müthiş bir azapta, takatfersâ (takat getiremez) bir duzah (cehennem) içinde kaldığım anlaşılır. Herkes için pek tabii olan şeyler, benim için başka bir şekil alıyordu...Yeniden Reyb ejderhasını öldürecek berahin (deliller) bulabilmek ümidiyle tahsil ve tetkike koyuldum. Bir kere daha ulumu batıniye (gizli ilimler) ile müştagil (meşgul oldum) ve şöhret-i kâmile (tam bir ün) sahibi zevâta (zâtlara) müracaata (başvurmaya) başladım. Bunların içinde pek fâdıl (faziletli), pek sâlih (dindar) insanlara tesadüf ettim. Ne çare ki bunların ulumu (ilimleri) ve delaili (delilleri) bence tufuliyet-i beşeriyenin (insanoğlunun çocukluk döneminin) icat-kerdesi olan (ortaya koyduğu) hayalât (hayâller) ve esatir (efsaneler)den başka bir şey değildi. Beni, düştüğüm giriveden (çukurdan) kurtarmak için tekmil (bütün) malûmâtımı cerh ve mahvedecek ve iddia edilen hakaiki (hakikat ve gerçekleri) re’yel’ayni (gözüme) gösterecek biri lâzımdı. Böylesine tesadüf etmedim.”

Eserde şu soruların da cevapları aranıyordu:

“Sebat ve beka (kalıcı) olmadıktan sonra bu bedayi’ (bu güzellikler) ne işe yarar? Bu kadar güzelliğin şâhit ve nâzırı (göreni olan) insan, hem de insanların belki binde biri iken, insanda beka (kalıcılık) var mı? Küre-i arz (dünya) dediğimiz bu muvakkat süknayı (geçici dünyayı) derin bir hüzne kapılmıyarak seyretmek acaba mümkün mü? Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Safî bir akîdenin (inancın) pek güzel cevap verdiği bu suale akıl ve fen cevap vermiyordu...Eğer var isem niçin yok olacağım? Yok olmıyacağım, ruhum baki mi kalacak? Ruh nedir? Bizatihi (kendi kendine) hassas mıdır? Hüviyetini (kimliğini) bilir mi? Varsa kalıptan ayrılışında ne gibi bir hâl ile hallenecektir? İşte cevapsız birçok sual.”

İşte eser; bu gibi birçok soruların cevaplarını arayan ve bulmaya çalışan bir mahiyet ve içerik taşımaktadır.