Küresel güçlerin, yerel aktörler üzerinden yürüttükleri güç mücadelesi, Suriye’yi terör örgütleri için güvenli bir sığınak haline getirirken, Türkiye’nin ulusal güvenliğini açıkça tehdit etmeye devam ediyor. Sığınmacı konusunun dramatik boyutlara ulaştığı günümüzde, insan haklarını öne çıkaran ve güvenlik odaklı bir politika izleyen Türkiye, hem kendi sınırının emniyeti hem de bölgenin bir an evvel istikrara kavuşması için sahada başlattığı askeri operasyonlarına ve diplomatik çözüm arayışlarına devam etmekte kararlı. 

Orta Doğu’da saldırgan ve huzur bozmaya yönelik politik bir tutum sergileyenlere karşı, Türkiye’nin -kendi güvenliği için- yapması gerekeni yapacağını ve bu noktada Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerinde, ABD ve Rusya ile izlediği politikaların kritik bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum.

Türk dış politikasını genel anlamda Orta Doğu, özel olarak da planlanan Suriye operasyonu üzerinden Fenerbahçe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı; Doç. Dr. Efe Sıvış ile konuştum.

Suriye’de Esad rejimi ve müttefiklerinin güç mücadelesi, tarih boyunca sosyolojik ve jeopolitik konumuyla güç dengelerinin mücadele sahnesi içinde yer alan Orta Doğu coğrafyasını bugün de tehdit etmeye devam ediyor. Bilhassa Akdeniz’de bulunan doğal gaz, dış politikada önemli bir gündem maddesi. Emperyal güçler, keşfedilen doğal gaz üzerinde hâkimiyet kurmak isterken, Türkiye, Suriye’ye sürekli askeri operasyonlar düzenliyor. Türkiye, bölgedeki oyunu ve kurallarını değiştiriyor mu?

1908’de İngilizlerin İran’da petrol çıkarmasıyla Orta Doğu’da başlayan emperyal çekişmeler, 1916 tarihli Sykes-Picot Antlaşması’yla cisimleşti. Günümüzde bu Sykes-Picot düzeni halen devam ediyor. Değişen yalnızca aktörler. 1. Dünya Savaşı sonrasında bölge İngiliz ve Fransız nüfuz alanlarına ayrılmıştı. Günümüzde ise Amerikan ve Rus nüfuz alanlarına ayrılıyor. Esasında doğru bir ifade kullandınız. Bugün uluslararası ilişkilere baktığımızda Türkiye’nin orta büyüklükte bölgesel bir güç olduğunu görüyoruz, bu da oyun değiştirici pozisyonuna tekabül ediyor, oyun kurucuya değil.  Türkiye oyun değiştirici rolünü oynarken çeşitli askeri unsurlar kullanılıyor. Joseph Nye’ın kullandığı akıllı güç kavramı var. Ankara hem yumuşak güç hem de sert gücün harmanlanması sureti ile “smart power” gücünü egzersiz ediyor. Esasında Ak Parti iktidara geldiği yıllardan itibaren yumuşak güç unsurlarını ortaya çıkarma eğilimindeydi. Ahmet Davutoğlu bunun teorik çerçevesini “Stratejik Derinlik” kitabında yazdı. Türkiye Osmanlı topraklarında tarihsel derinliğini bir şekilde yumuşak güce tahvil etmek suretiyle o ülkelerin dış politikalarını Ankara’ya müzahir bir yönde etkilemeye çabaladı. Bu hakikaten bir süre etkili oldu. TESEV’in 2010, 2011, 2012 yıllarında yaptığı Orta Doğu’da Türkiye Algısı anketleri bölge toplumlarının Türkiye’ye nasıl olumlu baktıklarını gösteriyor. 1950’den itibaren kesintilere uğramış olsa da demokrasiyle yönetim, 2015’den beri AB’yle tam üyelik müzakereleri yürütme, 1952’den beri NATO üyeliği, Avrupa Konseyi’nin ve OECD’nin kurucu üyeliği aynı zamanda İslam İşbirliği Teşkilatı üyeliği gibi özgün özellikler taşıyan gözde bir ülke olarak yumuşak gücü yüksek bir ülkeydi Türkiye. Fakat Suriye’de 2011’de başlayan iç savaş sürecinde, ki bildiğiniz gibi öncelikle Dera’da barışçıl gösterilerle başladı bu süreç…  Dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu, devlet başkanı Esad’tan, Ak Parti hükümeti adına birtakım taleplerde bulundu ve iç politikada demokratik reformlar yapmasını istedi. Zaten orada senelerden beri azınlığın ceberrut yöntemlerle elinde bulundurduğu bir iktidar söz konusu. Türkiye Şam’a reformların yapılması yönünde baskı yapmaya başladı. Bu müzakereler, Türkiye ve Suriye arasında altı ay sürdü ve akim kaldı. O noktadan sonra Türkiye Esad’a karşı bir tutum aldı. O günden bugüne, Türkiye Esad’ın tasfiye olması, iktidarda bulunmaması yönünde bir dış siyaset takip ediyor. Diğer yandan Türkiye, BM Antlaşması’nın 51. Maddesinden kaynaklı hakları doğrultusunda sert güç unsurları kullanmak yani askeri operasyonlara başlamak mecburiyetinde kaldı. Ankara, 2016 yılından itibaren Fırat Kalkanı Harekâtı ile başlayan süreçte, 2018’de Zeytin Dalı ile 2019’da Barış Pınarı ile devam eden DAEŞ’le mücadele, sınır bölgesinden 30 km derinliğinde bir alanı PKK/PYD unsurlarından arındırma ve güney sınırında bağımsız bir Kürt devleti kurulmasını önleme amaçları güdüyor. Tabii burada emperyal unsurlar da etkisini gösteriyor. 2014’den itibaren ABD burada terör örgütü PKK’dan hiçbir farkı olmayan PYD’yi, onun askeri kanadı YPG’yi desteklemeye devam ediyor. Şu ana kadar 5 milyar dolarlık bir askeri yardım yaptı bu örgütlere. Pentagon’un 2022 bütçesinde yine yaklaşık 180 milyon dolarlık bir yardım bu terör örgütlerine tahsis edildi. Aslında Obama hükümeti iç savaşın başında Türkiye’nin desteklediği Suriyeli muhalif gruplarla beraber çalışıyordu. Fakat 2014’te Ayn el Arab’da DAEŞ terör örgütüyle ile PYD  terör örgütünün mücadelesiyle başlayan ve Kobani ile devam eden bu süreçte ABD, bölgede kendi dış politika menfaatlerine kendi sözünü daha rahat dinletebileceği bir Kürt yapıyı daha uygun buldu. Washington’ın önceliği Esad’ın tasfiyesinden ziyade bir terör örgütü olan DAEŞ’le mücadelede bir başka terör örgütünü kullanmaya kaydı. Dolayısıyla göz göre göre kendi terör listesinde olmasına rağmen PKK’ya ve YPG’ye, NATO müttefikliğimize rağmen destek vermeye devam ediyor. 2019’da Barış Pınarı Harekâtı, 17-22 Ekim tarihlerinde beşer gün arayla ABD ve Rusya ile ayrı ayrı varılan mutabakatlarla sonlandırılmıştı. Ankara ve Soçi mutabakatlarında Türkiye’nin güvenlik çekincelerine yönelik birtakım sözler verilmişti. Bu sözlerin hiçbiri tutulmadı. Türkiye’nin güvenlik çekinceleri umursanmadı. Trump’ın Suriye özel temsilcisi James Jeffery, “Ruslar hiç denemediler bile!” diyor, Jeffrey’e göre ki sahadaki gerçeklerle uyumlu; Ruslar, terör örgütlerinin Tel Rıfat ve Münbiç’ten 30 kilometre uzağa sürüleceğine yönelik sözlerini yerine getirmediler. Keza Amerikalılar da mutabakata uymadılar.

Türkiye’nin şimdi bu mutabakatların konusu olan Tel Rıfat ve Münbiç’ten terör unsurlarının temizlenmesi yönünde adım atması bekleniyor.  

Çünkü gerçekte bölgenin terör örgütlerinden temizlenmesini istemiyorlar ve böylece Türkiye’yi daha çok göç alan bir ülke konumuna getirmek istiyorlar.

İfade ettiğiniz göç sorunu Türkiye’nin iç politikasına da yansıyor, biliyorsunuz bir sene sonra genel seçimlere gidiliyor ve küçük bir sağ parti olan Zafer Parti’sinin genel başkanı sadece göç konusuna odaklanarak ciddi bir popülarite kazandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan “Biz hiç kimseyi zorla göndermeyiz.” diyor fakat geri dönüş için gereken önlemleri de alıyor. Bu süreç “gönüllü geri dönüş” olarak isimlendirildi. Şu an 3.8 milyon kadar Suriyeli misafirimiz var. 500 bin misafir, Türkiye’den Suriye’ye geri döndü. Bu operasyonla 1 milyon Suriyelinin daha geri dönüşü amaçlanıyor. Biliyorsunuz, Türkiye marifetiyle İdlib’te briket evler yapıldı ve AFAD kontrolündeki bu evlere Suriyeliler yerleştiriliyor. Briket evlerin yapılmasına devam ediliyor. Operasyonun amaçlarından biri, bölgeyi terörden arındırmak ve Tel-Rıfat’ta mevzilenmiş YPG unsurlarının El Bab, Azez, Mare, Cerablus, Afrin gibi bölgelerdeki Türk Birliklerine yönelik saldırılarını engellemekse diğer amacı operasyon neticesinde terörden arındırılan bölgelerde briket evler inşa etmek suretiyle tıpkı İdlib’teki gibi buraya da bir mülteci dönüşünü sağlamak.

Suriye iç savaşı başlamadan önce sınırlarındaki mayınlı araziler temizlendi. 2019’da Afganistan’da bir mayın temizliği yapıldı. 2021’de İran sınırının Iğdır hattındaki mayınlar, BM ve AB’nin fonlarıyla temizlendi ve akabinde Afganların İran üzerinden Türkiye’ye gelmeleri sağlandı. Türkiye’ye demografik bir operasyon mu yapılıyor?

Türkiye’ye, AB’nin tampon bölgesi pozisyonu dikte ettirilmeye çalışılıyor. Biliyorsunuz en fazla mülteciyi misafir eden ülke Türkiye. Bahsettiğiniz Afganlılar kaçak olarak Türkiye’ye giriyor ve düzensiz göçmen grubunda yer alıyorlar. 2001’de Afganistan’ı işgal eden ABD’nin buradan çıkmasıyla oluşan güç boşluğunu Taliban doldurdu. Bu insanlar Taliban’dan kaçıyor. AB ile BM, Türkiye – İran sınırındaki mayınların temizlenmesi için yaklaşık 20 milyon Euroluk bütçe ayırdı. AB ile 2013 tarihli Geri Kabul Antlaşması da yine Batı’nın Türkiye politikalarıyla uyumlu. Halbuki Geri Kabul Antlaşması ile eş zamanlı başlayan Vize Serbestisi diyaloğunu kilitlediler. Türklere Schengen vize serbestisi uygulanmıyor. 2016 tarihli Türkiye – AB mülteci mutabakatı da yine AB’ye göçü önlemeye dönük Brüksel’in lehine bir adım oldu. AB’nin sloganı “farklılıklar içinde zenginlik”. Fakat göçmenlere karşı politikaları bunun tam zıttı. Meseleyi güvenlikleştirdiler ve Türkiye’nin yanında Fas ve Libya gibi ülkeleri de tampon bölge olarak konumlandırmaya çalışıyorlar. Amaç belli, Avrupa ülkelerine mülteciler gelmesin. Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne coğrafi sınırla, şerhle imza atmış bir ülke. Dolayısıyla Avrupa’dan gelenlere mülteci statüsü vermekle yükümlü. Türkiye’nin bugüne kadar 50 milyar dolar tutarında harcama yaptığı Suriyelilere yönelik tutumu ise uluslararası hukuktan değil tamamen insani değerler ve liberal bakış açısından kaynaklanıyor. Tabii bu tutum brent petrolün 120 dolara, Euro’nun 18’e, Dolar’ın 17’yi bulduğu mevcut ekonomik şartlarda ne kadar sürdürülebilir farklı bir tartışma konusu. Bu nedenle operasyonun müspet sonuçlanması, gönüllü geri dönüşlerle beraber Türk ekonomisini de rahatlatacaktır.

İdlip’teki cihatçı örgütleri kontrol altında tutan Rusya, bölgeden çekilme kararı alırsa Türkiye bir de bunlarla uğraşmak zorunda kalır mı? Ki şu an Kürt militanlara karşı sınırda bir tampon bölge oluşturulmaya çalışılıyor. Böyle bir durumda burası bu radikal gruplardan nasıl korunacak? Türkiye’nin bölgeye bir dizi ordu göndermesi gerekir, ki bu da maliyet açısından pek kolay olmayacaktır.

Rusya’nın Suriye’den çıkması bir ihtimal olarak ortada gibi görünüyor. Biliyorsunuz 24 Şubat’ta başlayan Ukrayna işgalinde bir bataklığa saplanmış durumdalar. Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgal sürecinden daha çok, yaklaşık 15 bin asker kaybettiler. İktisadi açıdan yaptırımlarla boğuldular. Türkiye’nin olası operasyonunun zamanlaması da Rusya’nın bu durumuyla örtüşüyor. “Acaba Rusya Suriye’den çıkıyor mu? Burada bir boşluk olur mu, bu boşluğu İran, İranlı milis güçler ve İran Devrim Muhafızları mı doldurur? Bahsettiğiniz bu örgütler burada ön mü alır, İran’a müzahir Hizbullah gibi, ya da El-Kaide’ye müzahir bazı gruplar buradaki boşluğu doldurur mu?” gibi sorular ortada. Rusya’nın resmi ağzından buradan çekileceğine yönelik bir açıklama yok. Suriye’nin sözcülerinin açıklamalarına baktığımız zaman onlar Fırat’ın doğusundaki bölgelerde Rus askerlerinin hâlâ bulunduğunu dile getiriyorlar. Rusların bölgede 10’a yakın üssü var. Hmeymim hava üssü, Lazkiye, Tartus donanma üssü son derece stratejik. Buraları terk edeceklerine yönelik hiçbir emare yok. Fakat mevcut konjonktürde Suriye’nin kuzeyinde, Fırat’ın batısının terörden arındırılması konusunda sadece YPG’nin menfaatleri için Türkiye’yi karşısına almak istemeyecektir.

Diplomatik olarak kritik bir süreçteyiz. Ruslar Ukrayna işgalinden kaynaklı Batı yaptırımları karşısında Türkiye’yi can simidi olarak görüyor. Çünkü hem Rusya ile uçuşlarımızı karşılıklı olarak kapatmadık hem Batı’nın yaptırımlarına katılmadık hem de enerji almaya devam ettik ve uzun dönemli kontratlara devam edeceğimizi söylüyoruz. Karadeniz’i Montrö dahilinde Rusların savaş gemilerine kapattık ve bunu anlayışla karşıladılar. Yine hava sahamızı Rusya’dan Suriye’ye uçan sivil ve askeri uçakların uçuşuna kapadık. Dolayısıyla güvenlik çekincelerimizi anlıyorlar. Suriye’den tamamen çıkmaları zor fakat şu anda Suriye konusu Kremlin için geçmişe göre ya da Ukrayna Savaşı öncesine göre daha ikincil konumda. Bu da bir gerçek olarak ortada. Bu durum diplomasi masasına eminim ki yansımıştır. Bu operasyonun gerçekleşecek olmasında bu gerçeklerin payı vardır. Dolayısıyla Rusya burada Türkiye’nin çekincelerini kendi dış politika nosyonu çerçevesinde anlayışla karşılamak durumunda kalacaktır diye düşünüyorum. Bu da şu an için Türkiye’nin Fırat’ın batısı ile sınırlı bir askeri operasyonuna karşı çıkmamak şeklinde tezahür edecektir.

ABD’ye de baktığımızda burada Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya giriş sürecinde Türk-Amerikan ilişkilerinin hassaslaştığı görülüyor. Washington, resmi ağızdan Türkiye’nin olası operasyonunun bölgesel istikrarsızlığı artıracağını ifade ediyor. Fakat Türkiye’ye verdiği 17 Ekim 2019 tarihli sözlerinden hiç bahis açmıyor. Pence – Erdoğan mutabakatına göre Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge kurulması için çalışılacaktı, YPG unsurları Suriye-Türkiye sınırından tamamen çekilecekti, YPG’nin elindeki silahlar toplanacaktı. Hiçbiri olmadı. ABD olası bir operasyona yönelik negatif yaklaşsa da PKK/PYD terör örgütü sözcüleri ABD’nin olası Türk operasyonu öncesi kendilerine yardım etmediklerini söylüyor. Dolayısıyla burada da ABD’nin esasında zımni olarak tıpkı Ruslar gibi yine Fırat’ın batısına yönelik bir operasyona göz yumacağı düşünülebilir. Çünkü 2019’da onlar da Ruslar gibi sözler vermişti ve sözlerini yerine getirmediler. Şimdi Türkiye’nin hem Rusların hem de Amerikalıların yerine getirmediği sözleri kendi gücüyle yerine getirmeyi amaçladığı görülüyor. Diğer yandan NATO’nun genişlemesi sürecinde, İsveç’in ve Finlandiya’nın üyelik süreçlerinde Türkiye’nin NATO’nun 1949 tarihli kurucu Washington Antlaşmasının 10. maddesinden kaynaklanan bir veto hakkı var, bunu kullanması halinde Washington’un Rusya karşısında dış politikasına aykırı bir sonuç çıkacak. Dolayısıyla ABD konuya tarihsel pozisyonuyla uyumlu olarak reel politik açısından yaklaşacaktır. Afrin nasıl ki, 2018’de terör gruplarından temizlendiyse şimdi aynı sonucun Tel Rıfat ve Münbiç için yaşanacağı öngörülebilir. Bir sonraki safhanın ise Fırat’ın doğusuna yönelik olacağı görülüyor. Çünkü nihai amaç Türkiye-Suriye’nin 911 km’lik sınırı boyunca kabaca 30 km derinliğinde bir güvenli bölge oluşturulması… Bu tabii 31. Km’ den itibaren terör gruplarının yuvalanmasına müsaade edileceği anlamına gelmiyor. Akçakale’den Ayn İsa 40 küsür kilometre ya da Ceylanpınar’dan Tel Tamer bölgesi 60 kilometre… Türkiye açısından bu bölgelerin de terörden arındırılmasını beklemek meşru bir taleptir. Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarına bakıldığında ise bu bölgelerin ise bir başka operasyonun konusu olacağı ya da mevcut operasyonun diplomatik müzakerelerle eşgüdümlü olarak ikinci safhasında hedefleneceği düşünülebilir. Diğer yandan Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılı olduğunu da her fırsatta ifade ediyor. Merkezi Şam hükümet, kendini başarısız devlet (failed state) statüsünden kurtartıp, topraklarının tamamında kontrolü sağlayıp 1998 tarihli Adana Mutabakatı çerçevesinde Türkiye ile olan sınır bölgelerini kendi kolluk kuvvetleri marifetiyle terörden temizlerse Türkiye’nin askeri operasyon yapmasına gerek kalmayacaktır.