Millî Mücadele, Türk İstiklâl Harbi,  O Hayat-Memat / O Ölüm-Kalım Savaşı; bu kadar güzel, bu denli anlamlı, bu derece veciz, bu kadar isabetli bir şekilde tavsif edilmemiş. Bu üslûpla vasfı kaleme alınmamıştır desem; acaba had na-şinaslık mı yapmış olurum? 
     Sanmıyor; sözü genç araştırıcı, genç tarihçi, çalışkan ve yazgan; değerli, millî bir tarihçimiz olan Sn. Sinan Meydan’a iftiharla bırakıyor. Daha nice muhteşem eserler vermesini diliyor. Sözü ona, yerinde bir hareketle devrediyorum. 
     Selefi / önceli olan merhum Turgut Özakman; böyle bir halefi / ardılı olduğu için, ebedî istirahatgâhında, onunla ne kadar iftihar etse / övünse azdır. Böyle kalemlere sahip olmakla Türk milleti, ne kadar kıvanç duysa yeridir. 

     “Zaferin sırrı en ufak bir karar alırken bile danışmaktı. Zaferin sırrı tartışmaktı, sormaktı, sorgulamaktı, denetlemekti; gerektiğinde yetkilendirmek, gerektiğinde frenlemekti, gerektiğinde hesap sormaktı...ZAFERİN SIRRI ORTAK AKILDI. Zaferin sırrı millî egemenlikti. Zaferin sırrı bir ölüm-kalım savaşında tüm yetkiyi ve sorumluluğu BİR ADAMA değil BİR MECLİSE vermekti.
     Atatürk, ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkının’ yani Türk milletinin, tüm farklılıklarıyla Meclis çatısı altında bir araya gelerek, omuz omuza vererek bir ölüm-kalım savaşını kazanabileceğini kanıtladı.
     Durum bu kadar açıkken, hangi akıl ve vicdan sahibi gerçek yurtsever, Meclis’le, ortak akılla, millî iradenin gücüyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderini BİR ADAMIN aklına, insafına, vicdanına teslim edebilir? Milletin canı pahasına kurduğu bu ülkeye ve bu ülkenin Gazi Meclisi’ne bundan büyük saygısızlık olur mu?
     ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletin değil mi? Ben istersem egemenliğimi BİR ADAMA devrederim, istersem ÖZGÜRLÜĞÜMDEN de vazgeçerim!’ diye düşünenler olabilir. Ancak bu düşüncenin sonu gönüllü köleliktir.
     İlginçtir!
     Bu düşünceye sahip olanları Atatürk, 1 Mart 1923 tarihli Meclis açış konuşmasında şöyle uyarmış:
     ‘Bir insan belki kendi isteği ile kişisel özgürlüğünü bir yana bırakabilir. Fakat bu girişim koca bir ulusun hayatına ve özgürlüğüne zarar verecekse, büyük ve onurlu bir millî yaşam bu yüzden sönecekse, o milletin evlatları ve torunları bu yüzden yok olacaklarsa bu girişim hiçbir zaman meşru ve kabul edilebilir bir konu olamaz. Ve hele böyle bir girişim hiçbir zaman özgürlük adına hoşgörü ile düşünülemez.’
     Demem o ki, egemenliğini asla bir adama devretme ve hiçbir zaman özgürlüğünden vazgeçme...
     Atatürk, Millî Mücadele’yi zayıf ve etkisiz bir Meclis’le değil, güçlü ve etkili bir Meclis’le kazandı. İstiklâl Harbi’nin sırrı güçlü Meclis’ti. Tüm adımlarını milleti düşünerek, milletle birlikte atan ve sürekli ‘millî egemenliğe’ dayanan Atatürk gücünü, güçlü Meclis’ten alıyordu.
     Atatürk, her bakımdan kuşatılmış bir ülkede, ordudan önce Meclis’i kurdu. Düşmanı denize döküp ‘tam bağımsızlığı’ sağlamadan önce...cumhuriyetin temelleri daha vatan işgal altındayken atıldı. 
     Temele vurulan ilk kazma, 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM’nin açılmasıydı. 
     Bir gün sonra, 24 Nisan 1920’de Atatürk, Meclis’e bir önerge sundu...3. Maddesinde ‘Meclisin üstünde hiçbir güç yoktur.’ (dedi). ...
     Atatürk, 4 Mayıs 1920’de yayımladığı bir genelgede, ‘Millî irade fiilen vatanın mukadderatına el koymuştur’ dedi.
     Kazanılamaz denilen  İstiklâl Savaşı’nı Meclis’le kazanan Atatürk, ‘Büyük millî dertlerin şifa bulacağı yer Meclis’tir’ diyordu...Atatürk çok haklıydı. 
     Gerçekten de Türkiye Meclis’le kurtuldu; Meclis’le kuruldu.”
     (Sinan Meydan, Yüzyılın Kitabı, İstanbul, 2018, s. 62 - 63, 67 - 69)