“Bu cihan köhne bir saraydır. Eskimiştir ve ahir zamanını yaşamaktadır. İnsan cihanın beyidir. Bey, bu eski püskünün hasretini nasıl çeker:

“Cihan köhne saraydır sen beyisin
Nice bir eskiye hasretlenesin.”
(A.g.e.  s.129)
     Öyleyse nedir kâinat, kimdir insan?
     Yunus'a göre kâinat bir elden çıkmış, bir tek zâtın mülküdür. Allah'ın birliğini ve tekliğini açıkça göstermek için yaratılmış ve bununla da insan yükümlü tutulmuştur.
     Yunus'un vermek istediği mesajlarında, şu dünya herkes için, geçici bir ticaret-yeri. Hergün dolar boşalır bir misafirhane. Gelen geçenlerin alış-verişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar. En güzel nakşedici ve en lâtif bezeyici olan Allahın her an yenilenen, bir maksat gözeterek yazar-bozar bir defteri. Her bahar; bir yaldızlı yazısı. Herbir yaz; bir manzum kasîdesi ve o kudretli Yaratıcı'nın isimlerinin parıltısını tazelendiren, gösteren aynaları ve âhiretin fidanlık bir bahçesi. İlahî rahmetin çiçekliği. Sonsuzluk âleminde gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus, geçici tezgâhdır.
     İşte bu sonuçlar için, Yunus'a göre kıyamet kopacak, haşir ve neşir olacak, ceza ve mükâfat yeri  açılacak. Tâ ki dünyanın önemi, kâinatın odak noktası oluşu, insanın ehemmiyet ve kıymeti ortaya çıksın.
     Demek ki Yunus yolcudur. Ve yoldadır. Ruhlar âleminden gelmiş. Ana karnından geçmiş. Gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçerek ebedler ülkesine doğru yolculuğunu sürdürmüştür ve sürdürmektedir.
     Yunus'tan anladığımız kadarıyla insan, en güzel şekilde yaratıldığı; ona son derece yüksek ve sayısız kabiliyetler verildiği için; en aşağı mertebeden, en yükseğine, yerden göğe, atomdan tâ güneşe kadar dizilmiş olan makamlara, mertebelere, derecelere ve aşağılara yükselebilir ve düşebilir.
     Bir sınav alanına atılmış; sonsuz düşüş ve yükselişe giden iki yol; onun önünde açılmış, bir kudret mucizesi ve yaratılış neticesi ve san'at harikası olarak şu dünyaya gönderilmiştir.
     Öyle ise insan, Yunus'un bize vermek istediği anlayış gereği: “Ben hiçim, ne değerim var ki, bu kâinat, mutlak hakîm biri tarafından kasdî olarak benim emrime verilsin? Benden kâinat adına, bir şükür istenilsin?” dememeli.
     Çünkü insan, gerçi nefis ve suretçe hiç hükmündedir. Fakat üstlendiği görev ve çıkarıldığı makam bakımından: Şu gösterişli evrenin, dikkatli bir seyircisi; şu gayeli varlıkların en güzel temsilcisi ve şu âlem kitabının, anlayışlı bir okuyucusu ve düşüneni ve şu hâl dilleriyle Allahı anan yaratıkların hayret edici bir gözetleyicisi ve şu ibadet eden yaratılmışların saygın bir ustabaşısı durumundadır.
     Yine Yunus Emre demek ister ki: Ey insan! Sen bitkisel cismin yönüyle ve hayvanî nefsin cihetiyle, küçük ve âciz bir varlık, zayıf bir canlısın  ki: Bütün dehşetli akıp giden varlıkların dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun.
     Fakat İlâhî sevginin ışığını gösteren inancınla olgunlaşıp, insanlık cihetinde, kulluğun içinde bir sultansın. Küçüklüğünle beraber çok büyüksün. Yâni maddeten küçük, mânen çok yükseksin. Çünkü küçüklüğün içinde bir âlemsin. Hiçliğin içinde makamın öyle büyük ki: “Benim Rabbim dünyayı bana bir ev, Ay ve Güneşi evime lâmba, baharı bir deste gül, yazı bir sofra, hayvanları bana hizmetçi yaptı. Bitkileri de o evimin süsleri kıldı.” diyebilirsin.
     Yunus, dünyayı ve ondaki canlı-cansız varlıkları, Allahı gösteren taraflarıyla sevdi. Mahlûkatı; mahlûkat hesabına sevmedi. “Ne kadar güzel yapılmış.” dedi. “Ne kadar güzeldir.” demedi.
     Yunus, kalbine başka sevgilerin girmesine fırsat vermedi. Çünkü kalbi, Yaratıcının tecellî ettiği yer idi. O'na aitti. Güzel şeylere muhabbeti, hep Yaratıcıları hesabınaydı. “Ne güzel yapılmışlar.” tarzındaydı.