“Geldi geçti ömrüm benüm,
Şol yil esüp geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi
Şol göz yumup açmış gibi.”

diyerek, hareketli ve o nisbetle verimli ömrünü, çekirdek misâl bir dörtlüğe sığıştırabilen Yunus'un sesi, Anadolu'nun sesidir. Bizim sesimizdir, hepimizin sesidir. Yunus'la Anadolu dün olduğu gibi bugün de, beden ve ruh gibi, birbirleriyle sarmaş dolaştır. Biri birisiz olamazlar.
     Yunus'u lâyıkıyla anlatmak ne mümkün? Derya destiye sığar mı? Yunus anlatmakla biter mi? Katre ummandan haber verir. Biz de bunu yapmaya çalıştık. Bir nebze anlatabilirsek, sebep, Yunus'un kendisi ve ölmez şiirleri sayesindedir. Zaten söyleyeceklerimi güzelleştirecek olan da budur.
     Medine-i Münevvere'de bulunmuş mühim bir âlimin dediği gibi:
     “Büyüklerin tarih-i hayatları okunurken, ulvî menkıbeler söylenip, aziz hatıraları anılırken, insan, başka bir âleme girdiğini hissediyor. Gönlünü, tertemiz sevgi hislerinin ulvî ateşi yakıyor ve İlâhî feyzi sarıyor.
     “Tarih, öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyükler, onlara nisbetle küçük kalır.”
     ve bu tesbîtini şu dörtlükle perçinliyor âdeta:

“Tarihe şerefler veren erler anılırken,
Yükselmede rûh, en geniş âlemlere, yerden...
Bin rayihanın feyzi sarar rûhu derinden,
Geçmiş gibi, Cennetteki gül bahçelerinden...”

(Tarihçe-i Hayat, İstanbul, 1976, s.7)
     Yine o zât-ı muhterem der ki:
     “Büyük ve eski bir Arap şairinin, bir beytiyle çok derin bir hakikati ifade ettiğini öğrendim:
     “Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak, Cenab-ı Hakka zor gelmez...” (a.g.e., s.8)
     Gerçi o, bu teşhisini, asrın âlimi için söylemiştir. Fakat Yunus Emre de, kendi asrının kalbi yanık, Allah âşıkı bir şâiridir. O da bir Asr-ı Saadet Müslümanı gibi yaşamış, bir Sahabe gibi, gönlü, bütün insanların ebedî saadete kavuşmaları için çırpınıp durmuş, hep bu uğurda insanın iki cihan saadeti için yanıp tutuşmuştur.
     Yunus Emre de, gecelerin çok karardığı bir zamanda gelmiş, çok kararan gecelerin yakın olan aydın sabahlarını müjdelemiştir. Yunus Emre de “dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan iman”ıyla (a. g. e., s.9) halkın kararan ufuklarını aydınlatmış, sönen ümitlerini alevlendirmiş, korkuya dönüşen yarınlarını emniyete almıştır. Kalbinin feryadını, ruhunun münacatını önce kendine sonra halka duyurmak için Anadolu'yu arşınlayıp durmuş, bitmek tükenmek bilmeyen bir azim ve enerjiyle halkın yüreğine soğuk sular serpmiştir.
     Karanlık gece dalgalarını andıran, korkunç hâdiselerin cereyan ettiği Anadolu'nun dört bir tarafını Moğol zulmü sardığı, devlet otoritesinin azaldığı, fitne fesat ve tefrika dalgalarının dağlar gibi ortalığı kapladığı, o tehlikeli ve buhranlı günlerde, âdeta yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle, mânevî cihat meydanına atılmış:

“Kasdım budur şehre varam
Feryâd u figan koparam!”

diyerek, bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes dâvâ uğruna feda etmiştir.