Bir otobüs yolculuğunda, mola vermiştik. Hanım, mescitte namazını kılıp gelmişti. Fakat durumunda  bir gariplik vardı: “N’oldu?” diye sormama kalmadı, heyecanla anlatmaya başladı: “Hani dedi, ön sırada oturan pantolonlu, başları açık, tıp öğrencisi üniversiteli iki kız vardı ya?” “Eee n’olmuş?” dedim. “O iki kız mescide geldiler. Çantalarından birer bol elbise çıkarıp giydiler, başörtülerini de taktılar! Bir güzel namazlarını kıldılar. Sonra tekrar eski hâllerini alarak çıktılar. Kırk yıl düşünsem, onların namaz kılacakları hatırıma gelmezdi. Demek ki görünüşe aldanmamalı.”
X
İstanbul’da yolum Kadıköy kazasının Moda semtine düşmüştü. Yazın sıcak bir günüydü. Kıyıya yakın, sâkin bir mahalde, yeşil bahçe ortasında bulunan Moda camisine uğrayıp, vakit namazını eda etmiştim.
Cami girişi önüne konan sıraların birine oturmuş, yorgunluk gideriyordum. O sırada daracık kot pantolonlu, saçı sakalı birbirine karışmış, derbeder kılıklı modern bir genç;  bahçe kapısında belirdi. Abdest alınan musluklara doğru yöneldi. İçimden: “Herhalde sıcaktan bunalmış, ferahlamak için yüzünü yıkayacak.” diye geçirmiştim ki, dış görünüşüyle tam bir serseri tipinde olan genç, benim şaşkın bakışlarım arasında, bir güzel abdest alıp, sonra da caminin dış kısmında vakit namazını kılıp, tekrar geldiği gibi çıkıp gitti. Cami dışında görsem, onun namaz kılacağı dünyada aklıma gelmezdi. Demek ki görünüşe aldanmamalı.
X
Yalova-Kartal arasında Araba-Vapuru’ndayım.  Vapurun kenarına yaslanmış, denizi seyrediyorum. Yanımda, konuşmalarından anladığım kadarıyla bir hanım, çocuğu ve kayınvalidesi var. Beni ilgilendirmediği için, başımı döndürüp bakmıyorum. Bakmamaya da kararlıyım. İstemiyerek işittiğim konuşmalarından, kadının Ankara’da yüksek bir memur eşi olduğu ve İstanbul’a yakınlarını görmeye geldiği anlaşılıyor.
Fakat istemiyerek kulak şâhidi olduğum konuşmalarından, bir türlü kendimi alamadım. Hem de bütün ilgilenmeme gayretlerime rağmen.  Çünkü hanımefendi, çok güzel ve pek nezîh bir İstanbul Türkçesiyle konuşuyor, kelimeleri çok hoş telaffuz ediyordu. Üstelik düşüncelerini, inanmış bir insanın sağlam itikadını aksettiren fikirleriyle perçinliyordu. Belli ki, her kadın gibi bir namus timsaliydi.
Kayınvalidesiyle yaptıkları söyleşide müspet kader inanış ve anlayışı, mes’elelere Ehli Sünnet açısından bakışı kendisini hemen gösteriyordu. Her bakımdan sağlam temeller üstünde yükselen, millî ve dinî hasletlerle donatılarak kurulmuş gerçek bir Türk ailesinin   fertleriyle karşı karşıya idim. “Herhalde diyordum, giyinişleri de mazbuttur.”
Fakat aile mes’eleleriyle ilgili olan konuşmalarındaki inanç sağlamlığı, telaffuz hoşluğu, fikir doğruluğu beni sanki büyülemişti. Merakım; bakmama kararlılığımı bozdu ve başımı o yöne çevirmekten kendimi alamadım.
Aaa o da ne? Konuşmalarına hayran kaldığım kadın; tamamen sosyetik giyimli, açık saçık bir bayan değil miymiş! Doğrusu öyle giyim kuşamlı, sosyetik bir kadının böyle oturaklı sözler sarfedeceğini hiç mi hiç düşünemezdim! Demek görünüşe aldanmamalıymışız.
X
Öyleyse yorumlarımızda  “Hüsn-i  zan, adem-i  îtimad.”  asıl olmalı. Yani herkes hakkında olumlu düşünmeli; her ihtimale karşı da tedbiri elden bırakmamalıyız.
Bu müşahede ve gözlem, beni şu sonuca götürdü:
Bu millet zâhiren yâni dış görünüşüyle, isteyerek ve istemiyerek ve muvakkat / geçici ârızalarla, hangi şekil ve kılığa girerse girsin; aslında bütün rûhu canıyla gönlü İslam’dan yana, kalbi O’ndan tarafadır!
Demek ki yıllarca evvel: “Ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılâbı içinde, en gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır!”  diyen Bediüzzaman, ne kadar doğru söylemiş. Geleceği çok önceden görmüş. Haber verip müjdelemiş. 
Bütün mesele, aslî mecra ve akışta yerini almaktır. Çünkü mecrada olana, netîce müyesser olur. Yani doğru yolda olan, doğruya kavuşur. Başka bir deyişle Hak yolda olan Hakk’a erişir.
Asıl olan yolda olmaktır.
Hem zaten yolcu yolunda gerek.