Büyük İslâm İnkılâbı / Değişimi -asırlarca önce- sıdk / doğruluk ile kizbin / yalancılığın arasını; iman / inanç ile küfür / inançsızlık arası kadar birbirinden uzak kılmıştı.

     Fakat, zaman geçtikçe gele gele birbirine yaklaştı! Öyle ki, siyâset propagandası; yalana ziyadesiyle revaç verdi. Bâzan yalanı çok rağbetlendirdi. Yalana ziyadesiyle başvurulur oldu.

     Fenalık, kötülük ve yalancılık aldı yürüdü! İslâm âlemi olarak, hemen kendimize gelip, kendimize çeki düzen vermeliyiz. Kesin olarak bilmeliyiz ki:

     Necat ve kurtuluş; yalnız ve yalnız ve sadece sıdkla, doğrulukla olur.

     “Urvetü’l-vüska” yani en muhkem, en sağlam tutulacak kulp; sıdk ve doğruluktur. Dosdoğru olmaktır.

     Kısaca, en sağlam ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur. Yani “Olduğun gibi görünmek, göründüğün gibi olmaktır.”

     Ama, bir maslahat / bir fayda ve bir maksat ve hatta bir zaruret için kizb / yalancılık ise; zaman onu neshetmiş / kaldırmış ve hükümsüz bırakmıştır.

     Maslahat ve zaruret için bazı âlimler “muvakkat” fetvası yani geçici olmak kaydıyla, olur fetvası vermişler. Fakat bu zamanda O  FETVA  VERİLMEZ.

     Çünkü, o kadar su-i istimal edilmiş / kötüye kullanılmış ki, yüz zararı içinde, ancak bir menfaati / bir yarar ve faydası olabilir.

     Onun için hüküm maslahata / faydaya dayandırılamaz. Yalana -geçici de olsa- fayda var diye izin  verilemez.

     Evet, maslahat ve yarar dahi olsa, yalan söylemeye illet ve esas sebep olamaz. Çünkü, muayyen / belli bir haddi / sınırı yok. Su-i istimale / kötüye kullanmaya müsait / uygun bir bataklıktır. Bundan dolayı, fetvanın hükmü ona dayandırılamaz.

     Öyle ise, “Ya doğru söylemeli, ya da susmalı.” yani yol ikidir, üç değil. Ya doğru, ya yalan, ya sükût / susmak değildir. Ya nedir? Ya doğru söylemek, ya da susmaktır.

     Zamanımızda ise insanın, devlet ve hükümetlerin dehşetli yalanları ortadadır. Vaktiyle Irak için söylenen yalanları; yapanlar itiraf etmek zorunda kalmışlardır. 

     Şimdi ise mâlûm devletler başka devletler için, yeni yalanlar peşinde koşmaktan utanç duymuyorlar. Bundan asla geri kalmıyorlar. Yeni yeni tezvirat ve iftiralar uydurarak; haksız ve korkunç, üstelik halklara yönelik saldırılarına güya sebep ve bahane bulmaya çalışıyorlar. Umumun emniyet ve barışını sabote ediyorlar. Yeryüzündeki asayişi yerle bir ediyorlar.

     Evet, bütün bunları o -sözde- büyük büyük devletler; kizb ve yalan anahtarlarıyla saldırı, tecavüz ve zulüm kapılarını açıyorlar, açtırıyorlar.

     Bütün bunları maslahatın su-i istimali ile yapıyorlar. Oysa “Kem âletle kemalât olmaz.” / “Bozuk âletle düzgün bir şey yapılamaz.” Maalesef sahte kanıtlarla, milletlerin başına musallat ettikleri belâ ve musibetleri güya haklı göstermeye çalışıyorlar!

     Ama unutulmasın ki, “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” İşte bu sebeplerden ötürüdür ki, yalana, hele bu zamanda geçici de olsa, cevaz vermek, caiz görmek, uygun bulmak asla ve kat’a doğru ve yerinde bir anlayış değildir.

     Nitekim zamanımızda gördüklerimiz ve daha önce yaşanılanlar; 1. ve 2. Dünya Savaşları ve fecî sonuçları, dehşetli inkılâp ve değişimlerin; insan ve insanlıktan neleri alıp götürdükleri ve bütün bunları ne gibi yalanlara dayanarak yaptıklarını yakın tarih; tüm gerçekleri ile gözler önüne sermektedir.

     Öyleyse, her söylediğimiz doğru olmalı. Fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazan zarar verse sükut etmek / susmak. Yoksa, yalana hiç fetva yok.

     Öyleyse, her söylediğimiz hak olmalı. Fakat her hakkı söylemeye hakkımız yok. Çünkü hâlis olmazsa, sû-i tesir / kötü etki eder. Hak haksızlıkta sarf edilmiş olur.