Kıbrıs Meselesi tarihin eski dönemlerinden itibaren günümüze kadar gelen süreçte güncelliğini koruyan bir konudur. Peki, Türkiye Kıbrıs Meselesi ile ne zaman ilgilenmeye başladı? Kıbrıs Barış harekâtının hukuki dayanağı nasıl oluştu? Bu soruları cevaplandırmak için gelin 1950-1960 yıllarında Türkiye’nin Kıbrıs konusunu nasıl ele aldığını geriye dönüp bir bakalım. Türkiye’nin Kıbrıs konusunda bu dönemde ürettiği ve uyguladığı politikalar ülkemizin dış politikadaki konumunu ve adanın geleceğini önemli ölçüde etkiledi. Öyle ki Türkiye’yi meselenin vazgeçilmez aktörlerinden birisi haline getirdi. 

Çok partili hayatın ikinci evresine geçiş 14 Mayıs 1950 seçimleri sonucunda iktidarı Demokrat Parti’ye bırakarak gerçekleşti. DP iktidara geldiği ilk yıllarda (1950’li yılların başında) Kıbrıs’ta yaşananları İngiltere’nin iç meselesi şeklinde değerlendirerek adanın statüsünde herhangi bir değişiklik yapılmaması gerektiğini vurguladı. Yeni iktidar bu dönemde adeta CHP yönetiminin politikasını sürdürdü. Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün Atina’da Yunan gazetecilere Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs sorunu olmadığı şeklinde verdiği cevap bu politikanın bir sonucudur. Ancak Yunanistan’ın 3 Mayıs 1954 tarihinde Kıbrıs’ta yaşanan olayları BM’ye taşıyacağına yönelik açıklamalarda bulunması Türkiye’yi harekete geçirir. Derhal Yunanistan’a bir nota ileterek adanın geleceğine yönelik herhangi bir girişim olursa Türkiye’nin de meselede taraf olduğu belirtilir. Ancak notanın Yunanistan üzerinde pek bir etkisi olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü Yunanistan BM’ye 20 Ağustos 1954 tarihinde resmen başvurur. Türkiye1950’li yılların başında Kıbrıs konusunda temkinli bir politika izler. Hükümet neden bu konuda temkinli davranmıştır? Bu sorunun birden çok cevabı bulunmaktadır.  Özellikle 1952 yılına kadar Türk dış politikasında temel amaç NATO güvencesi altında batı bloğunda yer almaktır. Çünkü Türkiye üzerinde bir Sovyet hegemonyası tehdidi vardı. İngilizlerin Kıbrıs’ı bırakmak gibi niyetlerinin olmayışı da Türkiye’yi hareketsizliğe iten diğer bir sebeptir. 

Kıbrıs konusu BM’ler gündemine alındıktan sonra Türkiye’den tepkiler geldiğini biliyoruz. Özellikle iktidarın yayın organı Zafer Gazetesi’nin 30 Eylül 1954 tarihli sayısında yayınlanan isimsiz makalede “Adanın başka bir devlete devrinin söz konusu olması durumunda bu devletin Türkiye olması gerektiği” belirtilir. Nitekim Başbakan Adnan Menderes 24 Ağustos 1955 yılında Liman lokantasında gazetecilere verdiği demeçte benzer bir ifadeyi kullanacak Kıbrıs’ın bir bütün olduğu ve parçalanamayacağını; adanın coğrafi, siyasi ve askeri faktörler bakımından en çok neresi ile bağlantılı ise oraya yani Türkiye’ye ait olduğunu belirtecektir. Bu açıklamalar Türkiye’nin Kıbrıs konusunda politika değişikliğine gittiğinin göstergesidir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye; İngiltere’nin Kıbrıs’ta bulunan haklarından yalnızca kendi lehine vazgeçebileceğini vurgular niteliktedir. Bu sırada İngiltere “Doğu Akdeniz Savunması ve Kıbrıs Meselesi” konusunda görüşmeler yapmak üzere Türkiye ve Yunanistan’ı konferansa davet eder. Konferans; Kıbrıs Türklerinin varlığı ve Kıbrıs’ın geleceği üzerinde Türkiye’nin söz sahibi olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu konferansta; adanın statükosunun değiştirilmesine karşı olduğu, değişecekse adanın Türkiye’ye devredilmesi ana fikri çerçevesinde görüşlerini belirtir. Adaya Yunanistan’ın sahip olması durumunda on iki adayı da elinde bulundurduğundan dolayı Türkiye’yi muhasara etmek anlamına geleceğini vurgulayarak Kıbrıs’ın Yunanistan’a bırakılamayacağı savı üzerinde konuşmalarını sürdürür. Bu gelişmeler yaşandığı sırada 6 – 7 Eylül olayları meydana gelince konferans neticelenmeden sonlandırılır. Konferans; dünya kamuoyuna Türkiye’nin Kıbrıs sorununda baş aktörlerden biri olduğunu gösteren kilometre taşıdır.

Özellikle 1955 yılından itibaren adada terör olayları artınca İngilizler adanın tansiyonunu düşürmek için çareyi Makarios’u Seyşeller adasına sürgün etmekte bulurlar. Ancak sürgün beklenen etkiyi göstermek bir yana olayları daha da ateşler. Durumun vahametini anlayan İngiltere adanın kontrolünü tümüyle kaybetmemek adına liberal anayasa çalışmalarına başvurur. İngiltere’nin mutlak hâkimiyeti hareket noktası üzerine kurulan anayasa taslağında iki topluma da eşitlik tanınması prensibi yer alır.  Türkiye’nin taslağa itiraz noktası metinde yer alan kendi kaderini tayin ilkesinin Enosis olarak algılanacağıdır. Bu sebeple Türklerin adanın taksimini isteme haklarının bulunduğunun belirtilmesi talep edilmiştir. Bu doğrultuda anayasal metininde değişiklik yapılır. Ancak Yunanistan tarafından şiddetle reddedilir. İngilizler Yunan tarafını yumuşatmak adına bazı düzenlemeler yaparak Makarios’u serbest bırakmak durumunda kalırlar. Türkiye de İngiltere’nin Yunanistan’ı tatmin etmek adına başka yollara girmemesi için 1956 yılından itibaren taksim tezini öne sürer ve adanın taksimi tezi çerçevesinde büyük bir kampanya başlatır. “Ya Taksim! Ya Ölüm!” Parolası etrafında Türkiye’de ve Kıbrıs’ta mitingler düzenlenir. Dönemin gazete koleksiyonlarını okurken İstanbul’da Bayezid Meydanında, Ankara’da Anıtkabir çevresinde yapılan mitinge yüz elli bin, iki yüz bin gibi yüksek katılımın olması Taksim Tezi’nin kamuoyu tarafından ne denli desteklendiğini göstermektedir.  İngiltere adadaki varlığını sürdürmek adına çeşitli politikalar üretmeye devam eder. Ancak hiçbirinden bir netice alınamaz. Yunan tarafının Enosis hayallerini gerçekleştirmek için BM’ye bir kez daha başvurarak şansını dener fakat sorunun daha barışçıl yollardan çözülmesi gerektiği cevabını alır. 

Hükümetin “Kıbrıs konusunda yapabileceğimiz fedakârlığın son haddi” nitelemesini yaptığı Taksim tezinden bir sonuç alınamaması Türkiye’yi federal bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasına yönelik politika izlemeye iter. Rumların savunduğu Enosis ile Türklerin savunduğu Taksim tezinin çarpışması adanın bağımsızlığı fikrini doğurur. Türk ve Yunan heyetlerinin görüşmeleri sonucunda Başbakan Adnan Menderes ve Türk heyeti temelleri atılan antlaşma metnini imzalamak için 17 Şubat 1959 yılında Londra’ya hareket ettiği sırada yoğun sis nedeniyle uçakları düşer.  Bu kazadan Başbakan yaralı kurtulur ve antlaşma metnini hastanede imzalar. Böylece 1959 yılında imzalanan Zürih ve Londra Antlaşmaları ile egemenlik-garanti hakları bakımından özel yapıya sahip Kıbrıs Cumhuriyeti16 Ağustos 1960 tarihinde kurulur. Kıbrıs Cumhuriyeti; İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın garantörlüğünde inşa edilir.  Antlaşmalar ve devletin anayasal hükümleri hem Kıbrıs Türk halkı hem de Türkiye açısından önemlidir. Adada yaşayan Türkler için önemi yönetime tam olarak ortak olmaları ve varlıklarının kesin olarak tanınmasıdır. Türkiye açısından önemi ise garanti antlaşmasına göre mevcut sistemi korumak için Türkiye’nin adaya tek başına müdahale hakkını elde etmesidir. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı bu hukuki dayanak çerçevesinde gerçekleşmiştir.

Netice itibariyle Kıbrıs meselesinin çözülmesine yönelik Menderes hükümetinin on yıl boyunca yürüttüğü politikalar imzalanan antlaşmalar neticesinde, federal bir cumhuriyet kurulmasını sağlamıştır. Ancak müzakereleri Türkiye adına yürüten Demokrat Parti; Kıbrıs Cumhuriyetinin ilan edilmesine ne yazık ki tanıklık edememiştir. Zira 27 Mayıs 1960 darbesi ile iktidardan uzaklaştırılmıştır.