Bir milleti ayakta tutan, onun varlığını ve devamını sağlayan, millî şuuru besleyen, bir millete mensup olma hazzını veren ve bireylerini birbirine yaklaştırarak onlar arasında birlik yaratan unsur olarak dilin, millet hayatındaki yeri çok önemlidir. Öyle ki milletin varlığı, dilin varlığıyla mümkündür. 

Dilimiz Türkçe, ilk yazılı metinlerimizin bulunduğu 8. Yüzyıldan günümüze kadar Türk Milleti’nin dili olarak, Türk Devletleri’nin resmî dili olma özelliğini korunmuş ve sürdürmüştür. Dilimizin ilk yazılı metinleri olan Göktürk Kitabeleri, zamanın büyük devlet adamları Bilge Kağan ve  Kültigin adına ve onların ağzından yazılmıştır. Kitabeler, bu büyük Türk devlet adamlarının,    Türk milletine  “ebedî  hitabı” dır  ve hatta   “millete hesap vermesi” dir. Dolayısıyla Türkçe bu kitabelerde “devlet dili” veya  “resmî dil”dir. Türkçe, Göktürklerden sonra Uygurlar devrinde de varlığını gelişerek sürdürmüş, devlet dili olma özelliğini korumuştur. 

İslamiyet’in kabulünden önce, Göktürk ve Uygur Devletleri’nde “devlet dili” olarak kullanılan dilimiz, İslamiyet’in kabulünden sonra  kurulan Türk Devletleri’nde de devlet dili olma özelliğini sürdürmüştür. İlk Müslüman Türk Devleti olarak bildiğimiz Karahanlı Devleti'nde de Türkçe devletin dili, resmî dil olarak kullanılmıştır. Türk kültürünün temel eserlerinden Kutadgu Bilig adlı eser devletin üst kademesinden bulunan Yusuf Has Hâcip tarafından Türkçe yazılmıştır. Bütün Türk  kültürünün âdeta bir hazinesi olan “Divan-ı Lügati't-Türk”  adlı ünlü eser de Kaşgarlı Mahmut tarafından Karahanlılar devrinde Türkçe yazılmıştır.  Türkçe, devlet dili olma açısından Selçuklular döneminde bazı tarihî ve coğrafi olumsuzluklar, zorunluluklar yüzünden, bir süre sadece yazışmalarda kullanılamamıştır. Ama halk özbeöz Türkçe konuşmuştur. Bu cümlemizin en güzel örneğini (1240 -1321 yılları arasında yaşadığı kabul edilen) 700 yıl önce yaşamış Yunus Emre ile dilendirmek gerekirse;  O halk ağzıyla öztürkçe olarak şöyle der: 

Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu

Çıkmış İslâm bülbülleri öter Allah deyu deyu

Salınır tuba dalları, Kur’an okur hem dilleri

Cennet bağının gülleri, kokar Allah deyu deyu.

Yani Selçuklu dönemindeki durumu iyi ve doğru değerlendirmek için dönemin siyasî, sosyal ve coğrafî şartlarını iyi anlamak gerekir. Eğer bunu yapamazsak, Anadolu'yu Türkleştirip vatanlaştıran ve bize miras bırakan atalarımızı, Türklüklerini, millî şuurlarını unutmak ve kaybetmekle suçlamış oluruz. Bu da tarihî bir haksızlık ve insafsızlık olur. Selçuklular devrinde devletin yazışmalarında bir süre Farsçanın kullanılmış olmasının sebebi, millî şuur zaafı değil, siyasî ve sosyal yapının getirdiği zaruretlerdir. 

Çünkü; “İran bölgesindeki Selçuklu Devleti’nin mülkî teşkilâtında vezirlikten tahsildarlığa kadar bütün hizmetlerde İranlılar kullanılıyordu. Esasen Türk unsuru, yerli unsura nazaran sayıca az idi. Bu sebeple hükümdarlar Farsça öğreniyorlar ve mülkî devlet memurları ile daha ziyade bu dilde konuşuyorlardı. Bununla beraber, hanedan mensuplarının kendi ana dillerini unutmuş olduklarını düşünmek mümkün olmadığı gibi Türk geleneklerini de devam ettirmişlerdir. Esasen birçoğunun annesi Türk olduğu gibi, kendilerini büyütüp terbiye eden Atabeyleri de Türk'tü. Orduları ise, yeni katılan unsurlar ile daima Türk kalıyordu. Selçuklu devri Türkleri, dâhil bulundukları İslâm medeniyetinin tesiri altında kalmış olmakla beraber işaret edildiği gibi, dillerini muhafaza etmekte ve geleneklerini yaşatmakta idiler. Bunlar ve diğer birçok hususlarda, onlar, Arap ve Acemler(İran)’den ayrılıyorlardı. Türkler’in bu unsurlar ile yaşamaları, onlardaki milliyet şuurunu zayıflatmamış, belki de kuvvetlendirmişti." Selçuklu Sultanı Melikşah'ın şahsî mektuplarını Türkçe yazdığını, yukarıdaki bilgilere eklersek durumu biraz daha aydınlatmış oluruz.  

Türkçe, İran coğrafyasında kurulan “Büyük Selçuklular” devleti zamanında devlet yazışmalarında kullanılma açısından yine de bir sarsıntı geçirmiştir. Ancak 13. Yüzyılda Anadolu’da bilhassa beylikler devrinde tam bir inkılâp havasında şahlanışa geçmiştir. Bunda yeni göçlerle nüfus yoğunluğunun artması, yeterli insan gücünün yetişmesi ve Türkmen Beyleri’nin rolü olmuştur.

Türkçe’nin ilk defa resmi dil olarak Karamanoğlu Mehmet Bey’in 13 Mayıs 1277’de yayımladığı ferman ile kabul edilmiştir. Böyle bir fermanın yayımlandığı, İbni Bibi’nin bir eserinden öğrenilmektedir. Yazar, “Al Avâmir-ül Alâiye” adlı Farsça eserinde, bu fermanın şöyle olduğunu bildirmektedir: Karamanoğlu Mehmet Bey; 'Türk'üz, öyleyse Türkçe konuşmamız gerekir' diyerek: “Bâdel-yevm ber-divan, ber-dergâh, ber-barigâh, der-Meclis, der-meydan, çün be-zeban-ı Türkî,  zeban-ı diğer  nedâret.” “Şimdiden girü hiç kimse ne kapuda ve divanda ve meclis ve seyranda Türkî dilinden gayri dil söylemeye(bugünden sonra hiç kimse sarayda, divanda, meclislerde ve seyranda Türk Dili’nden başka dil kullanmaya) demektedir. 

Türkçe’nin devlet dili olarak gelişmesi, Osmanlılar zamanında güçlenerek devam etmiştir. “Gerçekten bütün imparatorluk idaresinin muameleleri, yabancı devletlerde muhaberat ve dünyanın en zengin Türkçe arşivi Osmanlılara ait olduğu gibi Orhan Gazi, vakfiyelerini ilk defa Türkçe yazmakla vakıf dilinin Arapça olması kaidesi de kısmen değiştirilmiştir.” Osmanlı Beyliği, Anadolu Türk birliğini kurmakla Batı Türkçesinin birliğini de sağlamıştır. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'un fethinden sonra, devlet teşkilâtını yeniden kurarken hazırlattığı kanunları,  Türkçe yazdırdığı gibi, hazırlanması sırasında da dil konusuna özellikle dikkat edilmesini istemiştir. Osmanlı’da Türkçe’nin devlet dili olarak hâkim olmasının bir başka sebebi de “Enderûn Mektebi”dir. “Enderun”, saray içinde bir okuldur. Askerlik, siyaset ve teknik konuların ağırlıklı olarak okutulduğu Enderun okulunun temel özelliği, saray içinde bulunması ve bütün derslerin Türkçe  okutulmasıdır. Fatih kanunnameleri ve Enderun mektebinin durumu da gösteriyor ki, Osmanlı devrinde Türkçe’ye devlet dili olarak gereken önem verilmiştir.

Türkçe’nin günümüzde anlaşılan şekliyle “resmî dil” olması, yani hukukî bir belge olarak ilk defa anayasada “resmî dil” ifadesiyle belirtilmesi, 1876'da ilân edilen Kanun-ı Esasi’nin yürürlüğe girmesi ile mümkün olmuştur. Bilindiği gibi Kanun-ı Esasî, ilk Türk Anayasasıdır. 1876’da II. Abdülhamit döneminde hazırlanmıştır. Bu ilk anayasamızın 18. Maddesi şöyle düzenlenmiştir: “Teba-i Osmaniye’nin hidemat-ı devlette istihdam olunmak için devletin Lisan-ı resmîsi  olan Türkçe'yi bilmeleri şarttır.”  Bu madde, devlet işlerinde çalışacak memurların Türkçe bilmeleri şartını getirdiği gibi, “Devletin lisan-ı resmîsi olan Türkçe”  ifadesine yer vermesi ile de önemlidir. 1876'da ilân edilen ve I. Meşrutiyet Anayasası olarak da bilinen Kanun-ı Esasînin, 57. Maddesi ile “Parlâmentoda yapılacak konuşmaların Türkçe olması”;  68. Maddesi ile de, “milletvekili seçilebilmek için Türkçe bilme şartı” getirilmektedir.

Cumhuriyetin ilânından sonra hazırlanan 1924 Anayasası’nda Türkçe’nin “resmî dil” olduğu açıkça belirtilmiştir. Teşkilat-ı Esasî adını alan bu anayasanın 2. Maddesi şöyledir: “Devletin resmî dili Türkçe’dir.” Bugün yürürlükte bulunan 1982 Anayasasının 3.Maddesi şöyle düzenlenmiştir:  “Türkiye devleti, ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe'dir. ” Dilimiz, tarih boyunca çeşitli milletlerin dilleri, kültürleri ile karşılaşmıştır.  Her medeniyet ve kültür dili gibi  Türkçe de  başka dillerden  kelime almış, vermiştir.  Türk adıyla bilinen ilk Türk devleti Göktürkler ’den  günümüze  kadar kültür dili, edebiyat dili, ilim dili, devlet dili olarak varlığını sürdürüp gelmiştir. Değişerek ve gelişerek buna devam edecektir. 

Kısacası; millet olarak sevincimizi ve kederimizi paylaştığımız ortak dil Türkçe’dir. Bugün ve bugünden sonra ki, yıllarda da ülkemizin ve milletimizin ortak dili olan Türkçe konuşmak esas olmalıdır.