Bu açıklamadan sonra bir kere daha anlamış oluyoruz ki, tebliğin bu tarz ve üslûpta yapılması, her zaman için geçerli bir yoldur. Hakikaten başta bütün peygamberler ve bütün büyük zatlar bu yolu seçmişler. Bütün güçleriyle bu yolu hayata geçirmişlerdir.

Bu arada bir önemli ölçü de, bu şekil tenkitlerin yapılmasıyla bir kere daha kendini göstermiş, kendini hatırlatmış oluyor ki, o da bir âyetten esinlenerek ortaya konmuş olan şu prensip ve ilkedir.

“Muhataplarınızın rüesalarını tenkit etmeyiniz.”

Yani konuştuğunuz kimselerin; sevip saydığı kişilere ilişmeyiniz. Onları tenkit etmeyiniz. Eleştirmeyiniz. Çünkü söyledikleriniz doğru da olsa, söylemeniz doğru değildir. Çünkü yara açar. Çünkü, kimse demez “Ayranım ekşidir!”

Demek ki, mes’eleyle ilgili ve ilişkili kişi ve kurumlara dokunmamak en sağlıklı yoldur.

Zira, bizim bütün iyi niyetimize rağmen şahısları nazara vermemiz iyi karşılanmaz.

Velev ki dediğimiz doğru bile olsa.

Bundan ötürü olsa gerek, şu hayat-bahş ölçüler söylenmiştir:

“Her söylediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu söylemek doğru değildir.”

Bakın değerli okur! Doğru olanları söylememiz doğru olmuyor. Zaten doğru olmayanları söylemek, iftira olur ki, ona hiç mi hiç cevaz yok. Asla izin yok.

Daha ne diyor:

“Her söylediğin hak olmalı. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yok.”

Peki diyeceksiniz ki, öyleyse yalan mı söyleyeceğiz? Hayır değerli okur! Yalana da kesin kes asla izin ve ruhsat yok.

Çünkü sıdk ve doğruluk imanın bir gereği olduğu gibi, kizb ve yalan da küfrün, inançsızlığın bir lâzımıdır. Şuursuz, bilinçsiz olarak söylenenler ise taklidî, yüzeysel ve zayıf bir iman ve inancın yol açtığı, istenmeyen durumlardır.

Bu vesileyle aziz dostlar! Genel olarak her gurup, cemiyet ve cemaatta olan, hepimizin müşterek ve ortak bir eksiğimizi, kusurumuzu ve hatamızı -affınıza mağruren / affınıza sığınarak- ortaya koymak istiyorum.

Lütfen iğneyi önce kendimize, çuvaldızı başkasına batıralım. Yani iğneyi kendimize batırıp da nasıl dayanılmaz bir şey olduğunu görünce, artık başkasına değil çuvaldızı batırmak, onu iğneyle bile incitmek istemeyiz.

Ortak, hatalı bir bakış açımız var: Maalesef bazıları bildiği dışında yeni bir şey duymak istemiyor. Kimileri gördüğü dışında başka bir şeye bakmak istemiyor. Bir kısım insanlar, yürüdüğü yol dışında başka bir yol tanımak istemiyor.

Oysa bu durum, yerimizde saymak demektir. Elbette yeni bilgilerle karşılaşmak, hemen onu kabul etmek demek değildir. Şüphesiz yeni şeyler duymak, hemen onu benimsemek demek değildir. Kuşkusuz yeni şeyler görmek, hemen onun peşinde koşmak demek değildir.

Bu durumlarda istersek yeni bilgileri kabul ederiz, istersek etmeyiz. İstersek duyduğumuz yeni şeyleri benimseriz, istersek benimsemeyiz. İstersek gördüğümüz yeni şeyler peşinden koşarız, istersek koşmayız.

Karşılaştığımız yeni bilgilerin, duyduğumuz yeni şeylerin, gördüğümüz yeni görgülerin kalbe ve gönüle girmesine yol ve izin verip vermemek, kalbe kabul ettirip ettirmemek tamamen bizim elimizde. Öyleyse ne gam be dostlar! Öyleyse yeni bilgiler, yeni duyumlar, yeni görgülere açık olmak gerek be dostlar!

Çünkü bunların içinde kalbe yol vermemiz gerekenler de çıkabilir. Aksi davranış yerimizde saydırır. Aksi bakış ilerlememize engel olur. Aksi hareket gelişmemize set çeker. Bu durumda:

“Huz ma safa, da’ ma keder.”

Yani:

“Her şeyin iyisini al, keder vereni bırak.” ilkesine uymak lâzım. Zira bu bize yapıcı ve yararlı bir yol gösterir.