("Clash of Civilizations", of a post-Cold War new world order.)

(13)

Huntington’a soruyorlar: Batının kendisi dışındaki ülkelere çifte standart uygulandığını düşünüyor musunuz? 

Aslında bu bir sır değil. Herkes gibi Huntington da bunun farkında. Kitabında 'Batılı olmayan ülkelerin' de bu durumun bilincinde olduklarını belirten ve Batının söyledikleriyle yaptıklarının arasındaki tutarsızlıkları 'iki yüzlülük' olarak nitelendiren Huntington, Batılı olmayan ülkelerin Batıyı samimi bulmamasının nedeni olan çifte standart örneklerini (bir yönüyle) tekrarlıyor.  

Huntington, demokrasiyi sadece İslami fundamentalistleri iktidara getirmezse destekleyen, Irak ve İran için silahsızlanma çağrısında bulunulan, ama İsrail konusunda sessiz kalan, serbest ticaretin ekonomik kalkınma için gerekli olduğu söyleyen, ama kendi tarım sektöründeki korumacı politikaları görmezden gelen, Çin söz konusu olduğunda insan haklarının önemini vurgulayan, ancak aynı şeyi petrol satın aldığı Suudi Arabistan için düşünmeyen, petrolü olan Kuveyt'e yapılan saldırıya derhal karşı çıkan, ama petrolü olmayan Bosna konusunda acele etmeyen bir Batıdan söz ediyor Avrupalıların kendi kıtalarında Bosna ya da Türkiye gibi Müslüman ülkelerin bulunmasından pek mutlu olmadıklarını da belirtiyor.  

Huntington; bu gidişat İslam ülkelerinin İslam'a daha fazla ilgi duyacakları anlamına mı geliyor, sorusunu şöyle cevaplandırıyor: 

  Evet, İran haricinde tüm Müslüman ülkelerin, sosyal, kültürel ve politik anlamda, 1995 yılı itibariyle 1980 yılında olduklarından çok daha İslami ve İslamcı olduğunu söylüyor. Bu trendin Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında siyasal anlamda da desteklendiğini, Soğuk Savaş dönemi boyunca (birbiriyle her zaman çakışmayan dönemlerde olsa)  Cezayir, Türkiye, Ürdün, Mısır ve İsrail hükümetlerinin gerek komünist, gerekse milliyetçi hareketlerle mücadele edebilmek için İslamcıları destekleme yoluna gittiğini söylüyor. 

1970 ve 1980'lerde Müslüman ülkelerdeki liderlerin, gerek rejimlerini gerekse kendilerini İslami bir kimlikle tanımlamaktan çekinmemeleri de Huntington'ın ele aldığı konulardan bir diğeridir.

Huntington bu tür liderlere örnek olarak, Kral Hüseyin (Ürdün), Ben Ali (Tunus), Kral Hasan (Fas) ve Bruno Sultanını veriyor. 1970 yılında Bangladeş'in laiklik ilkesini anayasasından çıkarması da rejimi İslamileştirmeye verdiği örneklerden biridir.  Aynı sürecin 1990'lı yıllardaki örnekleri için ise Suharto (Endonezya) ve Turgut Özal (Türkiye) örneklerini veriyor. Bu noktada, Huntington'ın 1990'lı yılların başlarında Türkiye'nin laik ve Kemalist kimliğinin ilk kez ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya kaldığı yönünde bir açıklamaları da bilimsel niteliktedir. 

Huntington dünyanın pek çok yerindeki 'politik olmayan' İslamileşme eğilimlerinden de örnekler veriyor. 

1990'lı yılların başında İslami kuruluşların Mısır'da çok geniş bir şekilde örgütlenerek, sağlık, yardımlaşma, eğitim ve diğer konularda Mısır'ın fakir halkına yardımcı olmaya başlamaları bu örneklerden biri. 1992 yılında Kahire'de yaşanan depremin ardından İslami kuruluşların sadece birkaç saat içinde (yani devlet birimlerinden çok önce) caddelerde insanlara yiyecek ve battaniye vermeye başlayabilmiş olmaları da yine bu ciddi örgütlenmenin bir sonucudur. 

Sadece 4 milyon nüfusu olan Ürdün'de Müslüman Kardeşler örgütünün büyük bir hastane, 20 klinik, 40 okul ve 120 Kur'an kursu açmış olmaları, konu hakkında bir diğer örnektir. 

Batı Şeria ve Gazze'de İslami kuruluşların çok sayıda öğrenci kulübü, dini ve sosyal vakıflar, anaokulundan üniversiteye eğitim kuruluşları, klinikler, yetimhaneler ve huzurevleri açmış olmaları da Huntington'ın verdiği örnekler arasındadır. 

Endonezya'da 6 milyon mensubu bulunan Muhammediye cemaatinin çok geniş bir okul, klinik ve hastane ağı inşa ederek (Huntington'ın ifadesiyle) 'laik devlet içinde bir sosyal devlet' kurarak ülke nüfusunun tamamına beşikten mezara hizmet götürüyor olması da bir diğer örnektir. 

Huntington kitabında belirtmemiş olsa da, Türkiye'de de İslami cemaatler tarafından da (özellikle 1990'lı yıllarda) çok sayıda aşevi, hastane, okul ve sosyal yardımlaşma vakfı açıldı. Dünyanın her tarafına insani yardım ulaştırıldı. İslam'ın ilk asrından beri bu tür faaliyetlerin gerçekleştirilmiş olması sonucunda sosyal yardımlaşmanın, vakıf medeniyetinin İslamiyet içerisinde güçlü bir gelenek haline gelmiş olduğu malumdur. Farklı İslam ülkelerinde Müslümanların birbirlerinden habersiz olarak da olsa, (hastane, klinik, okul, aşevi gibi) hep birbirine benzer girişimler ortaya koymuş olmaları da, zaten bu güçlü geleneğin bir sonucudur. Ancak Türkiye'de İslami Diriliş'in siyasal boyutu gibi, sosyal boyutu da, değil dünyadaki mevcut gidişat, dini kimliğe kayış, kendini kendisi olarak tanımlama, kendi değerlerine güven, kimlik değerlerine inanmak gibi sosyal dönüşüm süreci, kronik rejim tehditti ve Türkiye’de Kemalist düzene başkaldırı/irtica, öteki İslam ülkelerinde de sömürgecilerin kurduğu düzene tehdit olarak algılandı, paranoyak bir karşı duruş sergilendi. 

Samuel Huntington'ın fikirleri; Kemalist devrimlerin halk tabanına dayanmayan zorlamaları, sosyolojik temeli olmayan yanlışları eleştirdiği için tenkit edildi. Türkiye'de hâkim olan görüşe göre 'Dünya Savaşı tellalı Huntington' resmiyle taban tabana zıt bir sonuç ortaya çıktığı rahatlıkla söylenebilir.

Huntington'ın fikirleri ülkemizde (maalesef) gerçekte olduğundan epey farklı bir şekilde algılanıyor. Huntington'ın söylediklerini okuma zahmetine girmek yerine, 'planlanan küresel çatışmaların fikir babası' ilan eden güruha katılmak, araştırmadan hüküm vermek başkalarının yaptığı analizi gerçek kabul etmek çok kolay gelmektedir. Hal böyle olunca, Huntington'dan bahsetmek de, üçüncü sınıf gazetelerdeki (kendini komplo teorisyeni zanneden) köşe yazarlarına kalıyor. Tahsilli cahillerde bu yazıları okuyarak hakikatlerin gereksizliğini savunur oluyorlar.

'Medeniyetler çatışması' ifadesinin insanları ürküttüğü gerçek. Kitabın adı medeniyetler arası rekabet, kimlik değerleri üzerine düşünceler, kolektif kimlik veya kimlik mücadelesi üzerine tezler gibi bir isim olsa idi, bu derece reaksiyon uyandırmaz, tezlerin gerçekliği üzerine daha ciddi ve daha ilmi tartışmalar yapılırdı. Huntington'ın kuramını okumadan ismi üzerinden tartışan komplo teorisyeni kimi üçüncü sınıf yazarlar ve onların peşine takılıp giden profesörler sahte Huntington algısı üzerine odaklanmışlardır. Türkiye'de üzerinde ciddi ciddi tartışılan konu sahte Huntington teorisidir. 'Farklı din ve kültürlerin birbirini yemekte olduğu ve şiddetin daha çok ABD tarafından körüklendiği' bir 21. yüzyıl tablosu' olarak özetlemek mümkündür. Evet, ABD; istihbarat kurumları üzerinden şiddeti, terörizmi destekliyor. Huntington bunları inkâr etmiyor, batının ikiyüzlülüğünü itiraf ediyor.

Huntington’un kitabının hiçbir yerinde medeniyetlerin savaşına şahit olacağımızı söylemiyor. Huntington'ın tezinin temel noktası, sadece ve sadece, Soğuk Savaş'tan sonra günümüz politikalarının şekillenmesinde etkili olan unsurun politik ideoloji değil, kimlik olacağı, kimlik değerleri üzerinden siyaset üretileceği faraziyesidir. Huntington savaştan söz etmiyor. Dünya tarihi boyunca var olmuş olan yapılar, değerler, sosyal sınırlar ve kutuplaşmalar üzerinden politika üretileceğini, bundan böyle kamplaşmaların ideolojiler üzerinden değil, kimlikler üzerinden gerçekleşeceğini belirtiyor. 

Bu noktada sorulacak soru, 'kimlik algısının en üst çatısını oluşturan medeniyetlerin birbirleriyle ne derece uyumlu ya da uyumsuz oldukları' oluyor elbette. Ancak Huntington bu noktada dahi bir savaştan söz etmiyor. Hatta tersi yönde ifadeleri de yok değil. Zira kitabında, 'Belli başlı dünya medeniyetlerin merkez ülkeleri arasında bir savaş çıkması imkânsız olmasa bile, fazlasıyla ihtimal dışı' dahi diyor Huntington! Yani Türkiye'deki sözde analistler Huntington'ı 'kendi söyledikleriyle' değil, 'onun ağzına koydukları cümlelerle' suçluyorlar.