Kendilerine sağlanan bütün bu imkân ve haklara karşılık, gayrimüslim milletlerin en önemli yükümlülüğü, cizye adında bir vergi ile sosyal ve siyaset alanında bazı yasaklara uymalarıydı. Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlerin başta gelen yükümlülüğü, askerlik hizmetine karşılık olmak üzere “cizye” adında bir vergi ödemeleridir.

 Cizye Müslüman olmayan erkeklerin, askerlik çağına gelmiş olanlarından alınan bir vergidir. Kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar, köleler, hastalar ve din görevlileri, bu vergiyi ödemekten muaf tutulmuşlardır. Ayrıca devlet hizmetinde bulunmuş birçok aileler, yaşlı kişiler; padişah beratları ve hükümet emirleriyle bu verginin dışında bırakıldıkları gibi, bazı adamlar ve önemli yerler halkının cizyeleri de toplu bir miktar (ân cemaatin) üzerinden alınır ve bazıları da tamamen affedilirdi. Cizye, “maktu” ve “alerruüs” (kişi başına) olmak üzere iki çeşittir.

Maktu cizye, fetih zamanında sulh yoluyla belirlenmektedir. Fetih zamanında karşılık olarak ne şekilde ve ne miktarda kararlaştırılmış ise öylece alınmaktadır. Ancak, zaman içinde karşılıklı görüşmeler yapılarak maktu cizyenin miktarında ayarlamalar yapılabilmektedir. Eflak ve Boğdan Emirlikleriyle, Dobravenedik (Dubrovnik) Cumhuriyeti'nin vergisi, maktu cizyedir. Bu vergiler, Küçük Kaynarca Antlaşmasından (1774) sonra yeniden düzenlenmiştir.

Alerruüs cizye, mükelleflerin mali durumu dikkate alınarak şahıs üzerine tarh olunan vergidir. Bu vergi, kişilerin mâli durumlarına göre, âlâ (yüksek), evsât (orta) ve ednâ (aşağı) olmak üzere üç derece olarak düzenlenmiştir. Zenginler, âlâ; orta halliler evsât; çalışabilme gücüne sahip fakirler ise ednâ gurubunda belirlenen miktara göre cizye vergisini ödemekle mükellefti. Adam başına tarh olunan bu cizyenin miktarı, devletin maddi durumu ve para değerindeki değişmelerden dolayı sabit tutulamamıştır. 

Fıkıh kitaplarında cizye, âlâ için 48 dirhem; evsat için 24 dirhem ve ednâ için ise 12 dirhem gümüş olarak öngörüldüğü halde, uygulamada buna pek riayet edilemediği anlaşılmaktadır. Öyle ki IV. Murad zamanında içkiye vergi konmuştu ve bundan şikâyetçi olan reâyâ bu verginin cizyeye eklenmesini talep etmişti bunun üzerine hükümet cizyeyi artırmıştı. Köprülüzâde Fazıl Mustafa Paşa'nın sadrazamlığı (1689-1691) sırasında, cizye miktarları yeniden düzenlenmiştir. Bu düzenlemede fıkıh kitaplarında belirtilen cizye miktarlarının ölçü olarak alındığı anlaşılmakladır. 

Cizye vergisi, harp masraflarının artması ve para değerindeki düşmeler sebebiyle çeşitli zamanlar da tekrar ayarlanmıştır. 1856 yılında cizye vergisi, askeri bedele (bedel-i askeri) çevrilip kaldırıldığı sırada âlâ'sı 60, evsat'ı 30 ve ednâ'sı 15 kuruş idi.

Gayrimüslimlerden, cizye ile birlikte “mübaşiriye”, “tahsildariye”, “kefilleme”, “kuşadiye” ve “ikramiye” gibi çeşitli isimler altında para toplandığı da bilinmektedir. Osmanlı yönetimi, 1830 yılında bir kararname neşrederek, cizyedâr ve tahsildarların, her ne isim altında olursa olsun cizyenin dışında bir vergi almalarını yasaklamıştır. Yönetim bu yasağı koyarken, cizye miktarlarına da bir miktar zam yapmıştır.

Cizyenin toplanması, asla tımar ve zeamet sahiplerine terkedilmemiş, hazine namına, görevliler tarafından yürütülmüştür. Tanzimat’a kadar cizyenin tahsilatını devlet memurları yürütüyordu. Ancak, Tanzimat’tan sonra, bir ara tahsilat işi, cemaat yönetimlerine bırakılmış ise de, tahsilatta görülen aksaklıklar üzerine, patrikhane memurlarının yanına tekrar devlet memurları verilmiş, böylece cizyenin toplanması işi, patrikhaneler ve hükümet görevlileri tarafından müştereken yürütülmeye başlanmıştır. 

Bu uygulama, cizyenin askerlik bedeline dönüştürüldüğü tarihe kadar ufak bazı değişikliklerle devam etmiştir. Cizye, askerlik bedeline dönüştürüldükten sonra da, cemaat yönetimlerince muhtelif vakitlerde tahsil edilerek devlete teslim edilmiştir. 1864 tarihli talimat gereğince, askerlik bedeli de, vergiler gibi on taksit halinde, yine cemaat yönetimlerince tahsili yoluna gidilmiştir. 

Görüldüğü gibi, gayrimüslimlerden alınan cizye ya da askerlik bedelinin tahsilatı, taksitler halinde yürütülmüş ve böylece ödemede kolaylık sağlanmıştır. Ayrıca, 1856’dan sonra bu bedellerin toplanması işi, bütünüyle cemaat yönetimlerine bırakılmıştır. Hükümet, toplama işinde, cemaat yönetimlerinin bildirmesi üzerine harekete geçmektedir.

OSMANLIDA GAYRİMÜSLİM VE MÜSLİM ARASINDAKİ FARKLAR

Gayrimüslim tebaa cizye vergisi ödemenin dışında, kılık, kıyafet ve cemiyet hayatı yönünden bir takım düzenlemelere tâbi idiler. Gayrimüslimlerin, kılık-kıyafet hususunda Müslümanlara benzemeleri yasaklanmıştı. 

Bunun için ara sıra kıyafetleri tayin olunurdu. 

***Ata binmeleri bazı istisnalarıyla yasaktı;

*** Hamamda nalınsız gezmeleri gerekiyordu. 

***Gayrimüslim erkeklerin mavi ya da mor çuka elbise ve kısa kalpak giymeleri gerekiyordu. 

***Samur kürk ve kalpak ve firengi kemha ve atlas giymeyip ve samur kalpak gibi lüks giysiler, gayrimüslimlere yasaktı. 

***İstanbul'da, İslâm ve Hristiyan evlerinin irtifaları da farklı şekilde belirlenmişti. Buna göre, Müslümanların evlerinin irtifaları 12 (9 m.), gayrimüslimlerin ki ise 9 zira (6,75 cm.) olacaktır.

IV. Murad da 1630 tarihinde İstanbul kadısına gönderdiği fermanda bu konular üzerinde durmuş ve kefere taifesinin Müslümanlar gibi hareket etmemesini istemiştir.

III. Selimdevrinde, kıyafet nizamı yeniden düzenlendiğinde, Müslümanların kavuk ve ayakkabıları sarı renk olarak belirlenmişti. Diğer milletler için de çeşitli renkler tahsis edilmişti. Meselâ, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı; Rumlarınki siyah; Yahudilerinki ise mavi renkte idi. Evler içinde aynı renkler uygun görülmüştü.

Gayrimüslimlerle ilgili bu durum, bütünüyle sosyal hayata ait bulunuyordu. Aslî hukuk bakımından aralarında eşitsizlik yoktu. Çünkü hâkim (kadı), Müslüman olanlarla olmayanlar arasındaki bir davada, aynı kanun hükümlerini uygulamakla yükümlü idi. 

Aile hukuku alanında, herkes kendi milletlerinin kanunlarına göre muamele görüyordu. Ortaçağ Avrupa’sında olduğu gibi, hukuk kuralları, sınıflara ya da milletlere göre farklı şekilde tatbik edilmiyordu. II. Mahmud'un, “Ben tebâmdan Müslümanı camide, Hristiyan’ı kilisede ve Musevi’yi sinagogda fark ederim. Aralarında başka günâ bir fark yoktur” sözü ile yönetimde, Müslümanlarla, gayrimüslimler arasında yalnız dini bakımdan fark bulunduğu, bunun dışında eşitlik olacağı yolunda bir anlayış gelişti. 

II. Mahmud, feshi, ordu mensupları ve devlet memurları için müşterek bir serpuş kabul edince, Müslüman ve Hristiyanlar arasında bu serpuş giderek yayıldı. Böylece toplumdaki kıyafet yönünden şekil farklılığı da zamanla kayboldu.

Osmanlı Devletinde gayrimüslimler, kamu düzenine ve genel âdâba aykırı hareket edemeyecekleri gibi, siyasi faaliyetlerle de uğraşamazdı. Devlete karşı işlenen suçların cezası ağırdı ve çoğu zaman da ölümdü. Gerek millet başları, gerekse reâyâ bu yasaklara harfiyen uymak mecburiyetindeydiler. 

Hükümet, kamu düzeni bakımından, daha çok millet başlarının faaliyetlerini izler, milletinde gördüğü uygunsuz bir hareket konusunda onları mesul tutardı. Bu bakımdan millet başları, cemaatinin siyasi alanda bütün hareketlerine dikkat etmekle görevli idiler.