Osmanlı Devleti “1571 İnebahtı Yenilgisi” üzerine 5-6 ayda 200'den fazla gemi inşa ederek donanmasını eskisinden daha kuvvetli bir hale getirdi. Yani, zamanımızdaki Amerika tersanelerinden daha çok çalışan, daha iyi gemi inşa eden Türk tersaneleri vardı. Bu muhteşem gücü ve yeniliği hızla milletin hizmetine sunan ekip nereden yetişmişti. İşte bu başarıyı getiren o yüzyıldaki medreselerde müspet ilimler okuyan mezunlar olmuştur. O zamanki yüzyıllarda. Medreselerde ilmî ve fikrî olgunluğu yerinden olmayan öğrenci geçirilmiyordu. Hatır için sınıf geçme olmadığı gibi bir ilmî rütbeden diğer bir ilmî rütbeye ancak sınavla geçile bilinirdi. Fatih’in yeni yaptırdığı medresesinde, bir oda istediği, baş müderrisin ise; “Hakkı olmayanlara hücre tahsis etmek kanun değildir” diye reddettiği meşhurdur.

Fakat zamanla medrese programlarından müspet ilimler yavaş yavaş çıkarılmıştır. Yahut dinî ilimlere daha çok önem ve yer verilmiş, müspet ilimler, dinî ilimler arasından boğulmuş, sesi çıkmaz olmuştur. Hele 16. Yüzyıldan itibaren medreselerimiz yalnız dinî ilimler veren, bu alanda adamlar yetiştiren kurumlar haline gelmiştir. Avrupa'da kiliseye bağlı olan okulların, zamanla müspet ilimlere daha çok yer vererek, müspet ilmin gelişmesini (Hümanizma, Rönesans ve Reform'dan aldığı kuvvet ile) temin ederdi. Onlar çağın ihtiyaçlarına cevap verecek bir hale gelirken ve olgunlaşmaya doğru giderken, bizim medreseler aksine, müspet ilimleri atarak, dinî ilimlere daha çok yer vererek düşünce seviyemizin düşmesine sebep olmuştur. Dinî ve pozitif ilimler bir kuşun iki kanadına benzer, kuş nasıl tek kanat ile uçamaz ise bu iki ilimden birini ihmal eden cemiyetler de olgunlaşmaya doğru gidemezler.

Müspet ilim ihmal edilirse, yaşamak için fen ve teknolojide mahrum kalınır. İşte o zaman bu ilimlerden mahrum kalanlar; bunlara sahip olanlar tarafından yutulur. Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi. Dinî ilimler ihmal edilirse, manevi bağlar çözülür, kopar. Bu ise cemiyetin çöküşünü hazırlar, Fransa’da olduğu gibi. Sözün kısası 16. Yüzyıldan itibaren medreselerden mezun olanlar yalnız dinî bilgilere, o da pek sınırlı ve yüzeysel bir şekilde, sahip idiler. Oysa müspet ilimlerden mahrum idiler. Ziya Paşa bir yazısından yalnız dinî ilimleri bilebilen medrese mezunlarını şöyle anlatıyor:

“Onlara bir gazete verilse lügatsiz anlayamazlar. Fıkıhtan bir şey sorulsa okuyamadık derler. …..Rusya'nın nerede olduğundan bahsedilse; ‘ nerede olursa olsun, Allah Moskof keferesinin yüzünü göstermesin’ derler. Politikadan, iktisattan bihaber olup birisine bir memuriyet verilse hangi işi yapabileceklerini kendileri de bilmezler. Okurlar, yazamazlar, yazarlar, okuyamazlar.” İşte o dönem de ne hazindir ki; birçok kişi “okumayı bilirdi, ama yazı yazmayı bilmezlerdi.” Hatta halka arasında o günden bugüne kalan meşhur bir söz vardır. “Okur-yazar mısın! Yani “okumayı biliyorsun ama yazmayı da biliyor musunuz” manasındandır.  

17. Yüzyılda” mülkî makamlar” evlada intikal ettiği gibi, “ilmî makamlar” da babadan oğula geçmeye başladı. Ulemanın(Âlimlerin) beşikteki çocuğuna ilmî rütbeler verilir oldu.  Böylece tarihlerimizde “beşik uleması” denilen cahil ulema zümresi türedi. Annelerden âlim doğan, okumadan hoca, yazmadan kâtip olan bu adamlar bir araya gelip ilmî tartışmalar yaparlardı. Mevzuları “Şeytan, melek var mıdır? Firavun acaba iman etmiş mi idi, etmemiş mi idi” gibi incir çekirdeğini doldurmayan, fakat bir yüzyılı tamamen dolduran meselelerdi. Ele geçirmek istedikleri bir makamı elde etmek için başvurdukları çare, rüyalarında Hz. Peygamberi görmekti. Şuaravizâde, Mısır makamını elde etmek için:

“Mısır'ı rüyamda Hz. Peygamber bana verdi. Her kim tasarrufa yeltenirse elbet ki gazaba uğrar. Hânümânı berbat olur. Hayır, görmez” diyerek rakiplerini susturmuş ve Mısır makamını ele geçirmiştir. 18.Yüzyılda  Osmanlı Devleti’nde çalışan ve bir de hatırat yazmış olan Baron dö Tot, hatıratının bir yerinde:

“III. Mustafa bir riyaziye mektebinin açılmasını ve idaresini benim idare etmemi istedi. Bunun üzerine hendeseci geçinenlerden bir gurup, benim bu işi idare etmeme itiraz ettiler. Bunlar, biz de Tot kadar riyaziye biliriz, diyorlardı. Olayı padişaha arz ettim. İki üye ile itirazcıları sınav yapmamı emretti. Sınava girmeye cesaret edenlere, ‘bir müsellesin(üçgenin) iç zaviyelerinin(açılarının) toplamı kaç derecedir?' diye sordum. Bir hayli düşündüler. Sonra aralarından en bilgili geçineni, ‘Müsellesine(üçgenine) göredir’ dedi. Artık sınavı uzatmakta bir fayda görmedim" diyor.”

Malumdur ki; III. Mustafa'nın İlm-i nücum(Yıldızname)’a inanırdı. Sultan Mustafa Avrupa’nın ilerlemesini, her kralın bilgiç müneccimlere, İlm-i nücum(Yıldızname)’da bilgi sahibi olan kimselere bol bol sahip olmalarında zannediyor ve buna inanıyordu. “Yedi Yıl Savaşları’nı” kazanarak, haklı bir hayret uyandıran Prusya Kiralı II. Frederik'e hususî surette Ahmet Resmî ismindeki bendesini göndermiş, ondan müneccimler istemişti. II. Frederik: “Benim galibiyetimi temin eden üç tane müneccimim var. 1-Devlet hazinesini dolu bulundurmak, 2-Hazarda ve seferde askere talim ettirmek, 3-Tarih okumak” demiştir.  Demek ki; Padişahın tarih okumadığı anlaşılıyor. Aslında bir Müslümanın; sihirbazlara, müneccimlere, falcılara inanmaması, Hz. Peygamberin "Düşmanlarınız nasıl hazırlanıyorsa, siz de öyle hazırlanın. Beşikten mezara kadar ilmi arayın. Semavî hadiselerin yerdekilere tesiri yoktur,” mealindeki hadislerini bilmesi lâzımdı. Dedim ya, 17. Yüzyıldan itibaren dinî ilimler de basitleşiyor yani daralıyor idi. İbadet etmek, Müslümanlık için yeterli zannediliyordu. Eğer Padişah tarih okumuş olsa idi, Köprülü Mehmet Paşa'nın IV. Mehmet’e “Hazineni dolu tut. Daima savaş için hazır ol. Tarih oku.” şeklindeki nasihatini bilmesi icap ederdi. Çünkü Yüce Allah: “Yeryüzünü geziniz. Gördüğünüz harabelerde anlayanlar için ders ibretler vardır.” Buyurmuştu.” Aynı padişah “1768 -1774 Osmanlı - Rus Savaşları” sırasında da bu gibi inançların tesirlerinde kaldığını göstermiştir. Bu savaşlar esnasında 1770 - 1772 arası ateşkes devridir. Prusya'nın teklifi ile Lehistan ilk defa olarak Rusya, Avusturya ve Prusya arasında taksim edildi. Avrupa'da bu taksim işiyle uğraşan Rusya, ateşkes ile bizi oyalıyor, görüşmelerde bize zorluklar çıkarıyordu. Biz, işin içyüzünü bilmediğimiz için ateşkese büyük bir ümit bağlamıştık. Bütün araçlarımızı kullanarak ateşkesi anlaşmaya çevirmeye çalışıyorduk.

İşte bu sırada, bizzat padişah tarafından yazılıp gönderildiği anlaşılan büyünamelerin, elçimiz Osman Efendi vasıtasıyla, Rus elçilerinin geçecekleri yola yahut girecekleri kapının eşiğine görülmesi emrediyor. “Elbette ağızları bağlanır, bir şey istemeyi akıl edemeyip karara mecbur olurlar” deniliyordu. Osman Efendi de aynı fikirde olduğu için büyüleri istenilen şeklide gömdü. Lâkin hiç bir faydası olmadı. Biz felâketten felâkete uğradık. 1774 Kaynarca Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldık. Sürüler halinde bir sel gibi, şimalden cenuba asırlarca akan Moskof keferesinin karşısında büyülerle, dualarla şeytanî fikirlerle, yağlı kurşunla, ölüm yağdıran silâhlarla çıkılmalı idi. Bu da ancak müspet ilimle, teknikle olurdu.”

Kısacası: Kalkınma ve huzur için müspet ilimi ihmal etmeden dini ilimleri verip ve de tarihte ibret almak gerektir diyorum!