Hz. Hasan ve Hüseyin'in Emevîlere karşı mücadeleleri; din ile menfi milliyet muharebesi idi. Yani Emevîler İslâm devletini Arap milliyeti / Arapçılık üzerine dayandırıp, İslâm bağını milliyet bağından geri bıraktıkları için, iki bakımdan zarar verdiler.
     Birisi: Diğer milletleri inciterek ürküttüler.
     Diğeri: Unsuriyet ve ırkçılık manasında anlaşılan milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver / ırkçı bir hakim; haksız ve suçlu olduğu halde -maalesef- millettaşını tercih eder ve bu yüzden adalet edemez. İslâm Câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur.
     Çünkü, bir hadisde geçen: “İslâm dini kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.” kesin emriyle, din bağının yerini millet bağı alamaz. Meselâ suçlu olduğu halde, kendi milletinden olanı haklı çıkaramaz. Çıkarırsa adalet yerini bulmaz. Hakkaniyet / hak ve adalete uygunluk kalmaz.
     İşte, Hz. Hüseyin, din bağını esas tutup, haklı olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ şehitlik makamını kazanmış.
     Eğer denilse: “Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde neden başaramadı? Hem neden İlâhî kader ve rahmet onların fecî, acıklı ve trajik  bir akıbete / sonuca uğramasına izin vermiş?”
     Cevap olarak deriz ki: Hz. Hüseyin'in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine katılan diğer milletlerde, yaralanmış millî gururları sebebiyle, Arap milletine karşı bir intikam / öç alma fikri bulunması, Hz. Hüseyin ve taraftarlarının safî ve parlak mesleklerine zarar verip yenilmelerine sebep olmuş.
     Amma kader bakımından fecî akıbetin / sonun hikmeti / mesajı ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata aday idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın bir araya gelmesi son derece zordur. Onun için onları dünyadan küstürdü. Dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Ta ki, kalben dünyaya karşı ilgi ve alâkaları kalmasın. Onların elleri geçici, şeklî ve sözde bir saltanattan çekildi. Fakat parlak, daimî ve sürekli bir manevî saltanata tayin edildiler. Sıradan valiler yerine evliya, aktap ve kutuplara merci ve başvuru makamı oldular.
     Yine, “O mübarek zâtların başına gelen o fecî / akıl almaz, korkunç muamele, işlem ve davranışın hikmeti nedir?” diye sorarsanız, derim ki: Hz. Hüseyin'e karşı olan Emevîler'in saltanatında, merhametsiz gadre ve haksızlığa sebebiyet verecek üç esas vardı:
     Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düstur, prensip ve ilkesi olan: “Hükümetin selâmeti ve asayişin devamı için şahıslar feda edilir!”
     İkincisi: Onların saltanatı unsuriyet ve ırkçılığa kaçan milliyete dayandığı için, menfî milliyetin yani ırkçılığın gaddarca bir düstur ve kuralı olan: “Milletin selameti için herşey feda edilir!”
     Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere karşı an'anesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarında bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre / haksızlığa kabiliyet göstermişti.
     Dördüncü bir sebep de, Hz. Hüseyin'in taraftarlarında bulunuyordu ki, Emevîlerin, menfî Arap milliyetini esas tutup sair milletlerin fertlerine “memalik” tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve millî gururlarını kırmaları yüzünden, diğer milletler Hz. Hüseyin'in cemaatine intikamcı ve karışık ve belirsiz bir niyetle katıldıklarından, Emevîlerin millî asabiyetlerine fazla dokunmuş, gayet / son derece  gaddarca ve merhametsizcesine, meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.
     Zikredilen o dört sebep zahirî ve görünüştedir. Kader noktasından bakıldığı zaman, Hz. Hüseyin ve akrabasına, o facia sebebiyle hasıl olan uhrevî netîceler ve ruhanî saltanat, manevî terakkî ve ilerlemeler o kadar kıymetlidir ki, o facia ile çektikleri zahmet; gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehit edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehit olduktan sonra ona sorulabilse: “Az bir şeyle pek çok şeyler kazandım.” diyecektir.