“Bir parkta üzerinde “Yalnızca Beyazlar içindir” yazılı bir bankta otururken, kendi kendime ırkçılığa karşı olduğumu anımsatmanın faydası yoktur(…) İdeoloji deyim yerindeyse, kafamda değil oturduğum banktadır.”
Seçimi bizim elimizde olmayan durumlarda hangimiz sorumluluk kabul eder? Hiçbirimiz… Çünkü kimse kendi yapmadığı bir şey konusunda sorumluluk kabul etmez. Peki öyleyse neden insanlar ırkları veya ten renkleri sebebiyle yargılanıyorlar? Böyle yapmak en büyük cahillik değil de nedir? 21. yüzyıldayız, teknoloji aldı başını gidiyor fakat insan ideolojisinde bir adım ilerleme yok. İnsanlar bilgilendikçe cahilleştiler resmen. 
Neydi ırk? Renk ve fiziki şekil sebebiyle ortaya çıkmış, insanlar arasındaki görünüşteki farklar. Fakat dikkat ederseniz ‘görünüşteki’ dedim. Irkçılıkta, bu ırkların kendisine ait olanın üstün olduğunu varsayan doktrindir. Kendi ırkını yüceltip burjuva sınıfı zanneden diğer ırklarıysa köle sınıfına dahil eden insanlaraysa ırkçı diyoruz. Jean Jacques Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nde çok güzel bir söz geçer.”Biri kendini diğerlerinin efendisi zannettiğinde diğerlerinden daha da çok köledir.” Der Rousseau. Irkçılığı savunan insan kendinin efendi olduğunu söylerken, bir köleden farksızlaşır. Cinayetlere dahi sebebiyet veren ırkçılığı çıkıp da kim savunabilir?
Günümüzde bile ırkı sebebiyle türlü işkencelere maruz kalan insanlarımız var. Tarihe de şöyle bir göz atacak olursak bu olayın en güzel örneğine Almanya’da rastlayabiliriz. Adolf Hitler öncülüğünde ortaya çıkan bir yönetim sistemi, siyasi bir akımdır Nasyonal Sosyalizm. Nasyonal Sosyalistler safkan Alman ırkının diğer tüm ırklardan daha üstün olduğu düşüncesine sahiptirler. Almanya’da Nasyonal Sosyalizm hüküm sürdüğü sırada İtalya’da da Benito Mussolini öncülüğünde faşizm akımı ortaya çıkmıştır. İkisinin de amacı aynı şeydi; kendi ırkını diğer ırklardan ayırıp, yüceltmek. Hatta nasyonal sosyalizm diğer bir adıyla ‘Nazizim’ belli bir süre devlet politikası olarak dahi uygulamıştır. Bu sırada Almanların farklı etnik gruba dahil olan başka insanlarla evlilikleri dahi yasaklanmıştı.
Irkçılığı, millet sevgisinin ardına saklanarak savunan insanlar kadar aciz bir varlık daha var mıdır ki dünyada? Evet, herkes elbette ki milletini sevmeli fakat bu diğer milletleri kendinden alçakta görmek anlamına gelmemeli. Bu konuda Pablo Casals şöyle bir soru sorar: “Bir insanın ülkesini sevmesi takdir edilecek bir şey. Ama sevgi neden sınırda bitmek zorunda?”. Sevgiyi haritalardaki sınırlarla sınırlamak ne kadar da yanlış. Bir insanın bizim ırkımıza mensup olmaması, onu sevmemize bir engel midir ki?
Yeryüzünde ırkçılık ideolojisine karşı milyonlarca insan var fakat buna ses çıkaranlara çok nadir rastlıyoruz. O nadir insanlardan bir örnek vermek istiyorum. 1968 olimpiyatlarında 200 metrede altın be bronz madalyaları Amerikalı siyahi atlet Tommie Smith ve John Carlos kazanmıştı. Gümüş madalya ise Avusturalyalı beyaz atlet Peter Norman’a aitti. Herkes yerini alıp fotoğraf çekimine geçilmeden evvel iki siyahi atlet Peter Norman’ın yanına giderek 2 soru yönlendirdiler. İlki “İnsan haklarına inanıyor musunuz?” ikicisi ise “Peki ya Tanrı’ya?”. Norman ilk soruya “Evet, inanıyorum.” İkinci soruyaysa “Tüm kalbimle…” cevabını verince siyahi atletler akıllarındaki eylem planını Norman’a açtılar. Poster fotoğrafı çekilirken deri, siyah bir çift eldivenin birini Smith, diğerini Carlos giydi, çıplak ayakla ve başları önünde eğik bir şekilde durdular. Buradaki amaç renk ayrımından ötürü yapılan haksızlığa tepki göstermekti. Ve bunu gayet iyi başarmışlardı çünkü o poster yıllarca bir çok insanın duvarını süslemişti. Ülkelerine döndüklerinde yaptıkları bu eylem sebebiyle hepsi dışlandı ve spor hayatlarına son verildi. Üçünün de ilk evlilikleri sona erdi. İletişimleri hiç kesilmedi, sürekli birbirleriyle konuştular. Ve 2006 senesinde Peter Norman hayatını kaybetti. Onun tabutunu taşıyan 4 kişiden biri Tommie Smith diğeri John Carlos’tu. Onlar ırkçılığa karşı olduklarını yalnızca ideolojide bırakmamış ve eyleme dönüştürmüşlerdi.
Irkçılığa karşı bir ideolojiye sahip olmak yeterli değildir. Yaptığımız davranışlarda bunu göstermeli ki bir anlamı olsun. “Ben ırkçılığa karşıyım.” Cümleleri kurarak gidip “Yalnızca beyazlar içindir.” Yazılı bir bankta oturuyorsak ırkçılığa karşı olmayan bir insandan ne farkımız kalır ki? Goethe şöyle der: “İnsanın yalnız gerçeğin ne olduğunu bilmesi yeterli değildir. Doğruyu istemesi ve yapması da gereklidir.” Yani tin nasıl ete kemiğe büründüğü vakit hareket edebiliyorsa ideolojide hayata  geçirildiği vakit anlam kazanır. Tabiri caizse ideoloji kafamda değil, oturduğum banktadır.