İnanmak asla garantisi olmayan bir durum, olay ya da varlık karşısında zannettiklerimizin gerçekleşmesini ummaktır. Beklentilerimizin hayattan birebir karşılığını istemektir. Tarık Tufan'ın güzel bir sözü var; “İnsanoğlu güneşin her gün doğmasını haketmiş kadar kibirli.” Güneşin her gün doğuşuna alışmış olan insan yarın da doğma mecburiyeti varmışçasına inanmayı garantilemiş. Nesnesi ve öznesi değişse de “inanmak” duygusu hilkatin öze yerleştirdiği bir yaşam formu. Konuya nerden bakarsanız bakın kendi diyalektiğiyle yine kuşatır bizi, inanmak ya da inandırmak.. Hayatın tüm aşamalarında bir şeylere ve birilerine inanma isteğimiz olduğu kadar, birilerini de hem doğrularımıza hem de yalanlarımıza inandırma çabamız da vardır. Yani inandırıcılığın tüm ritüellerini kullanarak kendi yalanlarımızı doğru zannettiklerimizi karşıdakine enjekte etmek.. 
Kandırmak, karsıdakinin inançlarını boşa çıkarmak.. Çogumuz inançlarımızın sarsılmasından, yani kandırılmaktan sikayetçiyiz. Başkalarının inançlarını boşa çıkardığından bahseden yok, fakat kendini kandıranların çetelesini tutan çok. Herkes kendince bir masumluk serüveninde. Ne güzel söylemiş Anton Çehov: “Başkalarının günahlarıyla aziz olamazsın” hakkı var.. Çamur atmak kimseyi aklamaz. Doğumla açılıp ölümle kapanacak olan parantezin içerisine sığdırmaya çalıştığımız yaşamda inanmayı da inandırmayı da yadsımak mümkün değil.
Shakespeare'e göre tüm mesele 'Olmak ya da olmamak' olabilir. Ama bence tüm mesele ‘inanmak ya da inanmamak’. Çünkü insan inandığı şeyler uğruna yaşar. O sebeptendir ki uğruna yaşanacak şeylere inanmak istememiz.. Buna inanın yahut şuna inanmayın gibi nutuklar atmaya gerek yok.. Yalnızca inanacağımız şeyleri belirleme de kaynağın ne olacağı seçimini hangi yönümüzle karar vericeğimiz bir problem olabilir. Aklını, kalbini, duyumlarını kaynak alan insan her birinde inanıcağı şeyleri belirler.. fakat belirsizlikte birşeylere inanmaya kalkarsanız hayat kızgın boğa, siz kırmızı pelerin..