Biyoloji derslerinde canlıları sınıflandırdığımız yılları hatırlarsınız; aynı aileye ait olan canlıların ortak özelliklerini inceler, bu aileye mensup her bir canlının, tümden gelimle -tek tek incelemeksizin- ailesiyle benzer özellikler göstereceği genellemesine varırdık. 

***

Büyüdükçe tecrübe ettik ki; söz konusu insan olduğunda ve ders kitaplarından sıyrılıp günlük uygulamaların üzerindeki örtüyü kaldırdığımızda, bu durum oldukça tuhaf bir hal alır. 

***

Büyüdükçe gözlemledik ki; insanları önce cinsiyetlerine göre sınıflara ayırıyorduk:

Bazılarımızın kabul edemediğimiz seçimlerini, geçerli iken görmezden geliyor, 

Bazılarımızın bulunduğu cinsiyet sınıflarının -Tanrı’dan ayıplı doğmuşuz gibi- insan haklarının pazarlıklarına giriyorduk. 

Bazılarımıza geriden yürümeyi sadece itaat etmeyi makul görürken, bazılarımızın ellerine diğerlerinin kaderini, sırf sınıflandırdığımız cinsiyetleri için, teslim ediyorduk.

***

Büyüdükçe tanıklık ettik ki; insanları ülkelere de bölüyorduk:

Bazılarımız zalim ülkenin barbar insanları, 

Bazılarımız önderliğinin kabul edilmesi gereken medeniyetler ülkesi çocukları, 

Bazılarımız şiir gibi dilleriyle romantik varlıklar, 

Bazılarımız soğuk ülkelerin soğuk vatandaşları, 

Bazılarımız düşman, bazılarımız müttefik.

***

Büyüdükçe ülkelere bölemediklerimizi, aynı toprak parçası üzerinde siyasi görüşlere böldüğümüzü fark ettik; 

Bazılarımızın vatan sevgisine, ırkçılık dedik, 

Bazılarımızın adalet, özgürlük arayışına, isyancılık, 

Bazılarımızın dokunduğu yerde görmek istediği kutsallığa, bağnazlık, 

Bazılarımızın kendini aşıp ilerleme tutkusuna, dinsizlik.

***

Büyüdükçe bölemediysek topraklar üzerinde, düşünceler ve cinsiyetler nedeniyle; ruhlarından böldük insanlığımızı: 

Bazılarımızı, ibadetlerimizi filanca yerde yaptığımızdan filanca mensubu saydık, bazılarımızı falanca yerde yaptığımızdan falanca mensubu,

Bazılarımızı, bitkide hayvanda Tanrı’nın izlerini gördüğümüz için onlara tapandan saydık, 

Bazılarımızı, Tanrı’yı içimizde hissettiğimiz için, Tanrı olduğumuzu sanmakla suçladık, aymazdan saydık. 

***

Bölünemediysek yine de bir türlü, hala çoğunluk vardıysa bir yerlerde ayrışmayan; statülere göre parçaladık insanları:

Bazılarımız zengin olduk, bazılarımız fakir, bazılarımız orta direk.

Bazılarımız filanca mesleğin saygın insanlarıydı, bazılarımızın alnının terinin kıymeti yoktu, daha çok çalıştık.

Tek bir bina bölüyordu sokağı, kuzey tarafında olanlarımız beyefendiler ve hanımefendiler idik, güney tarafında kaldıysak zavallılar, sefiller.

***

Parçalayıp bölüp farklılaştırdıkça, ötekileştirdik insanları. O kocaman ailenin özellikleri ortak değildi sanki artık. Birey bazında değerlendirdikçe kendimizi, kutuplaşmalar büyüdü çünkü vardır her insanın kendini farklı hissetmeye eğilimi. 

***

İnsanlık adına genellemeler yaptıkça “ama ben…” diye başlayan cümlelerimiz vardır. Sorunlarımıza önerilen uygulaması kolay şifalara -en büyük derdin bizde olduğu inancıyla- burun kıvırmalarımız vardır. Biraz eleştirilince, egonun vitesini yükselttiğimiz, aslında kendimizin bile memnun olmadığı özellikleri çılgınca savunduğumuz anlarımız vardır. 

İnsanlığımıza yenik düşüyoruz, azizim, İNSANlığımıza!

***

İnsanın kendine yabancılaşması korkunçtur oysa. Farklılaşıp uzaklaştıkça herkesten, kendi içimizde de onarılması güç mesafeler, boşluklar oluşmaya başlar. Sanki bütün hücrelerimiz de uzaklaşmaya başlarcasına birbirinden, sızar boşluklarımızdan damla damla, yok olur yaşam enerjilerimiz.

Sabahları neşe içinde uyanmak zor gelir, akşamları yastığın yumuşaklığını hissetmez olur yüzümüz. Anda kalmak; geçmişin korkularından, geleceğin kaygılarından uzaklaşıp bir gün batımının tadını çıkarmak mücadele ister. 

Kendimizin bile tanımadığı bizi, “yabancılara”, “ötekilere”, “farklılara” açmak, gittikçe zorlaşır. Bazılarımız bizce zaten anlaYAmayacak kadar aşağıdadır, bazılarımız da zaten dinleMEyecek kadar yukarıda. 

İnsanın kendini muazzam bir kısır döngüye çekisidir bu. 

***

Sonra arada bir, bazen; bir yerlerde, bir şeyler insanlığımızı, “Bir”i bize hatırlatır;

Bir ezan sesi sabahın ayazında, nemli saçlarımız ürperirken,

Dolunayın o büyülü ışığı, gözlerimizi kendine kilitleyen,

Ormanda çam kokuları arasında, hışırdayan yapraklara basa basa bir yürüyüş,

Gün doğumunun o her şeyi açığa çıkaran, karanlığı dağıtan dokusu,

Herhangi bir dinin zikre dönüşmüş ibadetlerinin, o ruhun titreşimini yükselten enerjisi,

Kumsalda bileklerimizi öpen dalgalara eşlik eden, ayak altında dağılan kumlar,

Sessizce oturduğumuz meditasyon altlığına yanaklarımızdan dökülen bir iki damla gözyaşı,

Ana rahimindeki bebeğin, var olma savaşından vazgeçmeyen kalp atışları,

Müziğin o bedenimizden çok öte bir yerlere dokunan tınısı,

Okuduğumuz yazıların evrensel gerçekliklere, soğuk ve bir o kadar sıcak yakın teması, 

Tanımlayamadığımız yerlerden yakalanıp ritme eşlik eden bedenimiz,

Bir sanat eserini incelerken, sürüklenip gittiğimiz başka boyutlar,

Gerçek değerlerini keşfedip tutturduğu dengeyi, beklentisiz olarak topluma sunan herhangi bir ruhun herhangi bir eylemi.

***

Sonrası bir seçimdir; manayı yakalayıp insanlığa, -ve aslında, özünde- kendimize ihanetimizin acısını hissetmek, alınacak dersleri alıp hiçbir alkış, övgü beklemeden yeniden doğru noktadan ilerleyecek gücü toplamak.

Bir seçimdir, kendimizi keşfederken insanlığı, insanlığı keşfederken yeniden kendimizi bulmak.

Bir seçimdir, biz bu yola çıktık diye herkesin de aynı anda bu farkındalığı yakalmasını beklememek ve inanıyorsak farkındalığımızın daha açık olduğuna, açılmakta olanlarımıza tahammül ve şefkat göstermek.

Bir seçimdir, “en ala yol benim yolumdur” dememek.

Bir seçimdir, onaylamayacaksak da anlayabilmeyi denemek.

Bir seçimdir, bize yapılan iyisiyle kötüsüyle her şeye karşı, o noktadan sonra insana yakışan, bütünün hayrına duruşlar sergilemek.

***

Bireyi, insanlığı tanımak; insanlığı, bireyi tanımak adına ayna alan; bütüne, bire hasretiyle saygısını harmanlayan bu yolcukta, en şairane, en kıssadan hisse, en insanlığa dokunan dizelerden biri, sanıyorum ki Nazım Hikmet’in şu dizeleri;

“Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

yok edin insanın insana kulluğunu,

bu dâvet bizim....

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

ve bir orman gibi kardeşçesine,

bu hasret bizim...”

***

Peki ya siz?

Arada bir, bazen; nerelerde, nasıl şeyler insanlığımızı size hatırlatır?

Parça parça ayrıştığımız nerelerde durup birliğimizi gözlemlemeyi denersiniz?

Hangi farklılıklarımızı besler, büyütür ve ardına gizlenirsiniz?

Seçim vakti geldiğinde, neyi neden seçmektesiniz?

Egonuzu dinlemekten vazgeçip bütüne dokunduğunuz anlarda neler olur, neler hissedersiniz?