Bugünün insanı, ilim ve irfan yolunda,
     Daha çok aklî ilimler ve menfî felsefeyle uğraşarak sonuca varmak istemekte.
     Hakikatü’l-hakikata / gerçeklerin gerçeğine ulaşmak için, ehl-i tarîkat ve ehl-i hakîkat gibi
     Bir meslek ve yol arayışına girmekte.
     Çünkü “Eşyanın (şeylerin, varlıkların) tek tek neler olduklarını bilmek önemli olduğu gibi,
     Bunların gerçekte ne oldukarını bilmek çok daha önemlidir.
     Mesela hayat ve ölüm iki hakikattir...Bu ikisi Allah’ın Muhyi (diriltici) ve Mümit (öldürücü)
     İsimlerinin tecellîleridir. Nitekim...her şeyin hakîkatinin ilâhî isimler olduğu (gibi).”
     (Prof. Şadi Eren)
     Fakat ehl-i tarikatın yaptığı şekilde, yalnız kalben harekete geçmeye /
     İlim yoluna düşmeye, insanın gönlü razı olmaz ve olmamalı.
     Çünkü aklı, fikri menfî felsefe ile oldukça yaralıdır. Bunun menfî etkisinden kurtulmak gerekir.  
     İnsan; hem kalben, hem aklen hakîkate giden bazı büyük ehl-i hakikatin arkasında gitmek ister.
     Bakar ki, onların her birinin ayrı, câzibedar / çekici bir hassası / özelliği var.
     Hangisinin arkasından gideceğine tahayyür ve hayrette kalır.
     İmam-ı Rabbanî’nin işaret ettiği gibi, “Tevhid-i Kıble” /
   “Kıbleyi bir etmek.” lâzım geldiğini anlar.
     Yani yalnız bir üstadın arkasından gitmesi gerektiğinin şuur ve bilincine varır.
     Hakikî / asıl üstad / yol gösterici ise Kur’an’dır. “Tevhid-i Kıble” sadece bu üstadla olur.
     Evet, hakîkî üstad Kur’an’dır. Tevhid-i Kıble, ancak bu üstadla mümkün.
     Demek ki, o Üstad-ı Kudsî’nin irşadıyla hem kalb, hem rûh gayet garip bir tarzda sülûka başlar.
   “Sülûk yol almak demektir.
     Nasıl ki, ilkokula başlayan biri on beş yıllık bir eğitimle üniversite mezunu oluyor.
     Bu zaman zarfında daha önce bilmediği nice şeyleri öğreniyor.
     Onun gibi, kalb ve rûhun da sülûkları vardır. İnsan, bu sülûkun netîcesinde
     İlim, ihlas, sebat, sadakat, fedakârlık, cömertlik...vâdilerinde yol alır.” (Prof. Şadi Eren)
     Nefs-i emmare / kötülük ve fenalıkları, çok emredici nefis, husûle getirdiği şek ve şüphelerle;
     İnsanı manevî ve ilmî cehd ve gayrete mecbur eder.
     Çünkü işte ancak bu şekilde hem kalb, hem rûhla hakîkati bulma yoluna çıkabilir.
     Zaten, nefs-i emmâre de, insanı şek ve şüphelerinden dolayı, manevî ve ilmî mücahedeye /
     Hak’ın istediği doğrultuda yol almaya mecbur eder durur.
     Fakat, gerçeklere ulaşmada şüphenin rolünü, gözden uzak tutmamalı.
     Çünkü, devamlı olmamak şartiyle şüphe bizi araştırmaya sevkeder.
     Gerçeği anlamamızda yardımcı bir rol oynar. Fakat şüphenin üstünde aşırı durmak;
     Gerçekten uzaklaşmamızı sağlayacağı gibi, çıkmaz bir yola saptıracağını da gözardı etmemeli.
     Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazalî, Mevlânâ Celâleddin ve İmam-ı Rabbanî gibi
     Kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak yol almalı. Ehl-i istiğrakın / manevî coşkunlukla
     Kendinden geçenlerin; akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gitmeli.
   “İnsanda beden gözünün yanında ‘akıl, kalb, rûh gözleri’ de vardır.
     İnsan beden gözüyle renklere, ‘akıl, kalb, rûh gözleri’ ile de gerçeklere muhatap olur.
     İnsanın maddî gözüne ‘Basar’, kalb gözüne ise, ‘Basîret’ adı verilir.” (Prof. Şadi Eren)
     Mevlânâ Celâleddin, İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Gazalî gibi, akıl ve kalb ittifakıyla gidenler;
     Herşeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi eder.
     Nefsin evham ve vehimlerden kurtulmasını, böylece temin eder.
     Üstelik, Kur’an’ın bir i’câz-ı mânevîsi / mânevî mucizesi olarak;
     Herşeyde Allah’ın mârifetine / bilinmesine bir pencere açar.
     Bir senelik işi; bir saatte görür gibi,
     Kur’an’a mahsus bir sırrı da anlamış olur.