(Bu yazı dizisi; vatan topraklarının değerinin bir kez daha hatırlanması için kaleme alınmıştır…) 

‘’Ne ala tedbir! Herifleri ağa tutulmuş balık gibi elde edeceğiz!.. Daha doğrusu kapana tutulmuş fare gibi yakalayacağız!.. Şerif Alaki’nin (Ali Ağakinin) tarlaları benim olacak ha!.. Budalalar şimdiden ne paylaşıyorsunuz? Bir şey yapamamak ihtimalide var: Bizim tüfeklerimize karşı onların martinleri de yok mu? Bir şeyden haberleri yok ki, karşılık koymalarından korkalım. Tedbirli davranırsak Türk’lerin teki bile kurtulamaz. Evet, hiç biri kurtulmamalı, bir teki bile sağ kalmamalıdır. Öteki isyanlarda olduğu gibi hücumumuz, dağınık ve önemsiz değil, bu defa esaslı, ciddi ve umumidir. Bu sefer Yunanistan’dan gelmiş 4000 kadar asker arkadaşımız ve yardımcımız, yine Yunanistan’dan gelen mükemmel toplarımız, subaylarımız da var. Etnik-i Eteria durmadan para ve malzeme gönderiyor. Bu sefer hiçbirini sağ bırakmamak şart. İleri, palikaryalar, ileri!..’’
Bu eşkıyaca konuşmalar, başlarında siyah mendiller bağlı, kaputlu, şalvarlı, çizmeli, tüfekli, kılıçlı, baltalı, yüz elli kadar korkunç kıyafetli haydut arasında geçiyordu…
Her biri bir başka biçimde kan içmeyi kuruyor; kah ıslık çalıyor, kah eşkıya türküleri söylüyorlardı.Yaklaştıkça susup yavaşlayarak Defne köyüne doğru yürüyorlardı..
İnsanlar ki aynı Tanrının yarattığı, aynı atanın ürettiği kardeşlerdir. Akıllarını, güçlerini ve değerlerini, topluluklarının daha rahat, daha güzel yaşaması için yeni çareler bulmaya harcayacakları yerde, böyle kötülüklere, hainliklere, alçaklıklara sapmaları, ne hazin ne akıl almaz şeydir. 
İnsanlar arasındaki bu çekişme, bu boğuşma din ve mezhep ayrılığından mı? 
İnsanları doğruya çağıran hak dinler hiç böyle hayvanca şeyler ister mi?
Gece yarısı gelmiş, haydut takımı köye yaklaşmıştı. İlk işleri köydeki samanlıkları ve ahşap kulübeleri tutuşturmak olmuştu. Köy bir anda bir yangın yerine, bir savaş meydanına dönmüştü…
Kapısını açıp dışarı fırlamak, penceresini açıp bakmak isteyen her köylü bir kurşunla yere seriliyordu. Şurada bir kadın saçlarından çekilerek sürükleniyor, eziliyor, öteden beriden:
‘’ vay anam ‘’, ‘’ aman çocuğum ‘’, ‘’ kıymayın alçaklar ‘’ gibi sesler yükseliyordu…
Haydutlar bir, bir evlere giriyorlardı. Can çekişen vücutların üstüne basarak dolapları kırıp eşyaları ortaya yığarak buldukları paralarla yükte hafif, pahada ağır şeyleri bölüşüyorlardı. Barut ve yanık kokusu genizleri tıkıyor, ötede beride alçakça tecavüze uğramış kadınların çığlıkları duyuluyordu. Köyün minaresi, sabahleyin çalışkan, masum ve asil halkına mezar olmuş, köyün başında bir mezar taşı gibi sessiz duruyordu..!
Bir gece sonra idi; Defne Köyünün birkaç saat uzağında, adanın güneyine doğru, iki adam, biri ötekinden daha telaşlı, seyirtip gidiyorlardı… 
Yarı çıplak, pes perişan hallerinden belliydi ki bunlar, köy halkından olup her nasılsa kılıçtan geçmekten, balta altında can vermekten kurtulan kimselerdi. 
Gerideki gittikçe ona yaklaşıyordu; nihayet kim olduğunu seçebilecek kadar yanına gelince birden haykırdı:
‘’ Vay Mehmet Ağaki! ‘’ Öteki, ‘’ Sen misin Mahmut Boğçalaki? ‘’ diye seslendi…
El sıkıştılar birbirlerine dert yanmaya başladılar. Mahmut oğlunun nasıl öldüğünü anlatmaya koyuldu. Eşkıya köyü bastığı anda yiğit çocuk silaha sarıldığı gibi pencereye koşmuş, kepengi açması ile birkaç kurşunun birden göğsüne girmesi ve ‘’ Ah babacığım ‘’ diye yere yuvarlanması bir olmuştu. Zavallı baba gözyaşları içinde korkunç hikâyesine devam ediyordu:
‘’Oğlumun kanlı göğsüne sarıldım, hıçkırmaktan kendimi alamıyordum. O sırada kapının vurulduğunu, vurulma değil yumruklandığını duyunca birden doğruldum, tüylerim ürperdi, martini aldım kapı tarafına çevirdim, birkaç el attım… 
Zorlanan kapının çatırdayarak kırıldığını duyunca, evin arka odasına geçtim, kapıyı kilitledim. Sapa sokağa bakan pencereyi açarak kendimi aşağıya salıverdim. Dünyada varım yoğum bir tek oğlumdu…
Serif Alaki’nin kızı ile evlenmeleri yakındı. Muradını kursağına kodular kahrolasıcalar.’’ Mahmut hıçkıra, hıçkıra ağlarken…
Mehmet söze başladı:
Biliyorsun karım bugünleri görmeden ölmüştü. Çoluğum çocuğum yoktu. Ama yakınlarım vardı. Bana evlattan yakındılar. Onlarla avunup gidiyordum. 
Zavallıların hepsini ayrı, ayrı işkence yaparak gözlerimin önünde öldürdüler. Nasıl can çekiştiklerini gördüm. Dayanamadım silahımı çektim, beş on haydudu yere serdim. Sonra intikamımızı almaya daha elverişli zaman olur ümidi ile kendimi karanlığa attım..!
Acı çekmiş zulüm görmüş bu iki bahtsız böyle dertleşerek çekingen ve ürkek ilerledikleri sırada ortalık ağarmaya başlamıştı. Beş altı saatlik daha gidecek yolları vardı. Ancak iyice yorulmuşlar adım atacak halleri kalmamıştı. Açlıktan ve yorgunluktan bitkin düşmüş vücutları ne olursa olsun uzanıp uyumak için çırpınıyor gibiydi. Bir ağaç parçasını yastık yaptılar. Mahmut’un sırtındaki kilim ikisine birden yorgan oldu; kıvrılıp yattılar…. 
Biz gelelim Defne Köyüne, daha doğrusu Defne yıkıntısına! Köy evlerinin hepsi yanmış, damlar çökmüş yarı yıkılmış isli duvarlar iskeletler gibi sırıtıyordu!
Ötede beride kana bulanmış insan cesetleriyle hayvan leşleri koyun koyuna yatıyorlardı. Köyde ses seda yok, mezarlık gibi bir sessizlik her tarafı sarmıştı!..
Ne o? Yanıp yıkılmış bir evin devrilmiş kapısı içinde bir gölge kıpırdanıyor. Bir kaputa sarılmış, başı örtülü ilk bakışta erkeğe benziyor ama biraz dikkat edince kadın olduğu fark ediliyor! 
Yürümeye çabalıyor ama zayıf bacakları bitkin vücudunu taşıyamıyor. Etrafı gözden geçiriyor. Birden gözleri parlıyor yıkıntılar arasında yanmış kurumuş bir ekmek parçası bulmuştur, onu kapıyor; karnı doymasa da oyalanarak aklı başına gelir gibi oluyor. Söylenmeye başlıyor: 
‘’ Yarabbi! Allahım! Merhameti sonsuz Tanrım Nedir bu başımıza gelenler? Nedir bu başıma gelecekler? İşte koca köyden ayakta kalan tek insan benim. Babam, anam, kardeşlerim toprak altında kaldılar! Ben olduğum yerden kendilerini duyuyordum da kendimi öldüm sanıyordum!
Eyvah! Nişanlım da ilk kurşunlardan birinin kurbanı oldu. Bir tek ümidim var: 
Ağabeyim yakındaki şehirde; bari onu bulmak kısmet olsa… Orası da kim bilir ne haldedir? İşte güneş yakında batacak; baştanbaşa yanmış yakılmış köyde ne bir ışık, ne bir ses, ne bir lokma yiyecek…’’
Kızcağız bir köşede donup kalmasa, başını yıkık duvar yığınlarına çarparak delirmese keşke!..
‘’Şerif Aleki ‘’ diye adını, haydutlardan kaçıp kurtulan Mahmut ve Mehmet’ten duyduğumuz zengin adamın kızı bu…
Babası Şerif Efendi, Defne köyünün en zengini ve en iyi kalpli adamı idi. Defne köyünün yıkıntıları arasında bir başına kalan kızı Mazlume ise köy kızları arasında güzelliği ile nam salmıştı. Az çok okuması ve yazması da vardı. Daha okul sıralarında iken Mahmut’un oğlu Behçet ile birbirlerine yakınlaşmışlardı. Büyümüşlerdi artık; görüşemiyorlardı. Mazlume çarşafa girmişti. Behçet’in de bıyıkları terlemişti. Artık evlenmelerinin sırasıydı. Babaları anlaşmışlar bir iki ay sonra düğün hazırlığına başlanacaktı...
Mazlume o korkunç gecede bile çeyizlerini hazırlamak için epeyi zaman uyanık kalmıştı. Nihayet yorgun, bitkin ama memnun uyuyakalmıştı…
Rüyasında Behçet’ine kavuştuğunu görüyordu. Kollarını onun boynuna dolamak için uzatır gibi olmuştu. Büyük bir gürültü ile uyandı. Evi alevler sarmış ön odalardan iniltiler geliyordu! 
DEVAMI YARIN...