Eski Türkiye’de zâbıta olaylarına tesadüf edilmezdi. Ender olan bâzı olaylar da Türk olmayan unsurlar yani Rumlar ve Bulgarlarca yapılıyordu. O zamanlar Osmanlılar, ahlâk seviyesi bakımından en ileri millet durumundaydı. Türkler arasında yankesicilik, dolandırıcılık, hırsızlık, vurgunculuk ve sahtekârlık tamamiyle meçhul şeylerdi.
     Eski Türkiye’de evlerin kapıları her zaman ardına kadar açık bırakılabilir yahut tahta bir mandalla mandallanırdı. Dükkânlar da aynı durumdaydı. Aynı emniyet köylerle Türkmen aşîretleri arasında da görülürdü.
     Eski Türkiye’de düello ve intihar gibi hareketler tamamiyle meçhul şeylerdi. Eski Türkiye zâbıtası işsiz bir zâbıta durumundaydı. Emniyet ve âsâyiş, Batı memleketlerinin hepsinden üstündü.
     Avrupa yazarlarını asırlarca hayretler içinde bırakan bu yüksek ahlâk seviyesinin başlıca sebebi Kur’an-ı Kerîmdir. Bu vaziyet karşısında Batı Hristiyanlığı Daily-News gazetesinde yayımlanan bir mektupla îkaz edilerek ibret almaya ve uyanışa dâvet edilmiştir. (a.g.e., s. 16)
     Eski Türkiye’de doğruluk, Kur’an-ı Kerîm ile İslâmiyet hükümlerine dayanan bir fazilettir.
     Osmanlı Tarihi doğruluğu, yalnız Türke ve Müslümana karşı değil, cins ve mezhep farkı gözetilmeksizin hiç ayrımsız bütün milletlere karşı tatbik edilen genel bir şuur ve bilinç hâlindedir. Bu büyük faziletin tabiî bir neticesi olarak Türkiye’de bir çok ticaret ve ekonomik işlemler senetsiz yapılmıştır.
     Türkiye’de hilekârlık, sahtekârlık ve eğrilik yalnız Rum, Yahudi vesair Müslüman olmayan unsurlara mahsustu.
     Tek bir kişi yıllarca dağlardan altın naklettiği hâlde hiç bir tecavüze uğramamıştır. Bu durum eşsiz Osmanlı nâmusunun başka yerlerde benzeri görülmemiş bir örneğidir. (a.g.e., s. 26)
     Kur’an-ı Kerîm ve İslâm hükümlerine dayanan ve bütün Batı milletlerini asırlarca hayran bırakan eşsiz doğruluğumuz ve lekesiz namus gibi yüksek faziletlerimize ne oldu dersiniz acaba?
     Tek bir kişi, yıllarca dağlardan altın taşırdı da, hiç bir saldırıya uğramazdı. Eski Türkiye’de bir çok ticaret ve ekonomik işlemler senetsiz yapılırdı da kimse bundan dolayı olumsuz bir durumla karşılaşmazdı. (a.g.e., s. 26)
     Eski edep ve hayâmızın, mahviyet ve alçak gönüllülüğümüzün kaynağı İslâmiyet değil miydi?
     Daha dün denecek kadar uzak olmayan Yakın Tarihimizde insanımızın, vücudun bakılmayacak noktalarından yüz çevirmesi, dinî ve vicdanî bir hissin neticesi değil miydi?
     Kadına daima ve her yerde hattâ gezinti yerlerinde bile hürmet edildiği için sarkıntılık ve tecavüz gibi cürümler, Eski Türkiye’de tamamen meçhul değil miydi?
     İffet ve hayâ gibi mahviyet ve tevazu da âzamî nisbeti bulmuş eski faziletlerimizden değil miydi?
     Hayâ hissi gibi tevazuun da kaynağı İslâm hükümleri değil miydi? (a.g.e., s. 29)
     İslâmiyet kin ve garazı yasakladığı için, Cuma ve Bayram günlerini birbirlerimizin kusurlarını affedip barışmaya vesîle sayardık.
     Avrupa halkının küstahlıklarıyla taşkınlıklarından bizde eser yoktu. Sokaklarda gürültü ve kavga olmazdı. Avrupa’da olduğu gibi yerlere tükürülmezdi. (a.g.e., s. 39)
     (Evet, bugün olmayacak hayâl gibi olan düşündüklerimiz, dün birer gerçekti. Bugün lâfını ettiklerimiz, dün ecdadımızın yaşadığı basit hayat tarzlarından başka bir şey değildi. Evet, daha dün gibi yakın geçmişimizde):
     Dalkavukluk, büyüklenmek, böbürlenmek ve çalım satmak ve küçümseme nefret edilen ve istenmeyen niteliklerden sayılırdı.
     İslâm terbiyesine aykırı olduğu için, konuşanın sözü  kesilmezdi. Konuşulurken bağırılmaz ve heyecanlı el ve kol hareketleri yapılmazdı.
     Yaşlılara hürmet edilirdi. Eski Türkiye’de nâzik olduğumuz kadar ağır başlıydık da ve bu yürüyüşümüzden belli olurdu. Konuşma inceliği bütün milletlere örnek olacak derecedeydi. Kadınlara karşı hürmet, bütün milletin uydukları genel bir an’aneydi.