Hiçbirimiz aptal değiliz, hiçbirimiz saf değiliz.
Sadece bazen susuyoruz, bazen görmezden geliyoruz, bazen içimizde eziyoruz. 
Belki kırmamak,
Belki kaybetmemek, 
Belki de başka çaremiz olmadığı için... 
Kırıp dökenlerin, umursamadan ezip geçenlerin ya da sessizliğimize kananların unuttuğu bir şey var. Her insan bir yere kadar eğilebilir, dayanabilir, susabilir. 
Kaçarken duvarla karşılaşan kedi bile, en son noktada döner, şişinir ve tırnaklarını çıkarır, belki de ilk kez cesaretle saldırır.
O yüzden kimse kendini kurnaz sanmasın, kimse kimse kimseyi zavallı ya da çaresiz görmesin, cepte bilmesin. 
Gerçek bir ahmaklıktır bu. 
Her şeyden önce ne Allah, ne evren gözden kaçırmaz. 
Hiçbir şey hiç kimsenin yanına da kar kalmaz. Eken, en sonunda ektiğini biçer. Kısa günün karları, garibin sırtından kazanılan ya da aldatılan sevgili... 
Er ya da geç olması gereken olur ve ilahi adalet, kusursuz düzen yerini bulur..! Bu söylediğim söz manzumelerini bir iki kıssa ile açmaya çalışayım…
*   *   *
Bir gün Hz. Musa ibadetini bitirdikten sonra bir ağacın altına oturur. Hemen yakınındaki çeşmeyi seyrederken atlı bir savaşçının çeşmeye geldiğini görür.
Savaşçı su içmek için eğildiğinde boynundaki altın kesesi ıslanmasın diye çıkarır çeşme başına bırakır. Suyunu içtikten sonra altın kesesini unutur ve yoluna devem eder. Hemen arkasından hoplaya zıplaya bir çocuk gelir tam su içecekken altın kesesini fark eder ve hiç düşünmeden alır ve uzaklaşır. 
Çocuğun arkasından çok yaşlı bir ihtiyar inleyerek su içmeye gelir. 
Bu arada altın kesesini su başında unutan savaşçı keseyi almak için çeşmeye doğru yaklaşır. Fakat çeşme başında hiç bir şey bulamaz. 
İster ihtiyar ne kadar ben almadım dese de savaşçıyı ikna edemez.
İyice sinirlenen savaşçı kılıcını çeker ve yaşlı adami oracıkta öldürür. 
Olan biteni gören Hz. Musa : ''Ey Rabbim bu nasıl bir adalettir'' der. Ben hiç bir şey bilmiyorum. 
Senin işine sual olmaz ama ben anlamadım der.
Bu isyana benzer açıklıktaki sözlere karşılık Rab şöyle seslenir:
''Ey musa ben sana benim işlerimi anlayacak kadar akıl vermedim ki;
Sen benim hakkımda yorum yapıyorsun. 
Ama kalbinin yatışması için gerçek şudur. 
Savaşçı o küçük çocuğun babasının malını yağmalamıştı. 
Ölen ihtiyar ise gençliğinde çok güçlü bir adamdı ama bir hiç uğruna bir köylüyü öldürmüştü. O ihtiyari öldüren savaşçı işte o köylünün oğludur.'' 
Ey benim gafil kulum şimdi tövbe et.  Çünkü benim adaletim işte bu kadar açıktır. 
*   *   *
Bir başka kıssa ise şöyledir.
Abbasilerin beşinci halifesi Harun Reşid, sarayının bahçesindeki bir gülfidanını çok beğenir. Yaprağı, kokusu, görünüşüyle dikkatini çeken gülü özel bakıma alması için bahçıvana emir verir:
-Bahçeye her geldiğimde bu güle bakarak dinleniyorum. Bunu özel korumaya al, suyunu sık ver, yapraklarını tezden dökmesin.
Bahçıvan üzerine titremeye başlar gülün. Ne var ki, bir sabah bahçeye gelen bahçıvan bakar ki, gülün dalına konan bir bülbül, ne kadar yaprak varsa hepsini de gagalayarak yere düşürmüş, tek yaprak bırakmamış gülün başında. Telaşla koşar halifeye:
-Sultanım der, üzerine titrediğimiz gülün yapraklarını bir bülbül gagalayarak yere dökmüş, tek yaprak bırakmamış gülün başında.
Tecrübe sahibi halife telaş etmeden cevap verir:
-Üzülme efendi üzülme, der, bülbülün yaptığı yanına kalmaz.
Rahat bir nefes alan bahçıvan işine döner. 
Bir gün bakar ki, bir yılan yaprakları düşüren bülbülü yakalayıp ağzına almış, yutmak üzere otların arasında kayıp gidiyor. Heyecanla yine halifeye gelir:
-Sultanım der, yaprakları yere düşüren bülbülü bir yılan yakalamış, götürürken gördüm. Sultan yine telaşsız:
-Merak etme efendi der, yılanın yaptığı da yanına kalmaz.
Bahçıvan yine işine döner. Bir ara bahçede çalışırken otların arasında yılanı görür. Hemen elindeki küreğiyle darbe üstüne darbe indirerek yılanı orada öldürür. Sevinçle geldiği halifeye de durumu anlatır:
-Sultanım der, bülbülü yakalayan yılanı ben de bahçede otlar arasında yakalayıp küreğimle öldürdüm.
Harun Reşid yine sakin:
-Bekle efendi bekle der, senin de yaptığın yanına kalmaz.
Nitekim çok geçmez bahçıvan da rakip gördüğü bir başka bahçıvanı döver, hatalar yapar. Yakalayıp Halifenin huzuruna çıkarıp cezalandırılmasını isterler. Halife emrini verir:
-Atın bunu zindana!
Yaka paça zindana doğru götürülürken geriye dönen bahçıvan şunları söyler:
-Sultanım der, bülbülün yaptığı yanına kalmaz dediniz, onu yılan yuttu. 
Yılanın yaptığı yanına kalmaz, dediniz, onu da ben öldürdüm. Şimdi benim yaptığım da yanıma kalmıyor, beni de sen zindana attırıyorsun. 
Herkesin yaptığı yanına kalmıyor da senin yaptığın mı yanına kalacak? 
Demek sana da bir yapan çıkacak. Öyle ise der, gel sen bana yapma ki bir başkası da sana yapmasın!..
Bu değerlendirmeyi tebessümle dinleyen Harun Reşid, 'Doğru söyledin bahçıvan.' diyerek emrini verir:
-Bırakın bahçıvanı, çiçekleri sulamaya devam etsin. Derler ki:
-Yaptığı yanına kalır.
-Hayır, hayır der, kimsenin yaptığı yanına kalmaz. Daha ağır şekliyle ahirette ödemeye tehir edilir. Ama gafil insanlar bunun farkına varamaz da, yaptığı yanına kaldı sanırlar...
-Evet. Kimsenin yaptığı yanına kalmaz. Bunda hiç kimsenin şüphesi olmasın. Yanına kaldı sanılanlar daha ağırıyla mahşerde ödemeye tehir edilirler. 
Ne var ki, gafil insanlar bunun farkına varamaz da yaptığı yanına kaldı sanırlar.
Ne dersiniz, yaşananlar da bunu mu gösteriyor? Kimsenin yaptığı yanına kalmıyor da, keşke yapmasaydık mı diyorlar şimdi?
Velhasıl, Allah'ın koyduğu kanun değişmiyor, kimsenin yaptığı yanına kalmıyor. Siyaseti bir kenara bırakıp birazda kendi öz muhasebemizi derinlemesine yapma zamanımız geldi de geçmiyor mu?