Genel hukuk içinde; Hamiyeti Diniye; yani iman ve İslâmiyeti, din ve mücahede kardeşlerini muhafaza ve müdafaa etme gayreti; esas ve asıl olmalı.
     Çünkü bu; herkesin ve çoğunluğun yapabileceği bir husustur.
     İşte bu yüzden Hamiyeti Milliye / millete kendini fedaya hazır olmak; Hamiyeti Dine hâdim, ona hizmetkâr ve onun emrinde olmalı.
     Evet Hamiyeti Milliye ona kuvvet ve onun sığınacağı bir kale olmalı.
     Zira bizler, Batılılar gibi değiliz. İçimizde kalplere hâkim olan din hissi, din duygusudur. Hem zaten Ezelî Kader’in; ekser enbiyayı Doğu’da göndermesi işaret ediyor ki, Şark’ı / Doğu’yu sadece din hissi uyandırır. Terakkî, ilerleyiş ve yükselişe sevk eder.
     Nitekim Asrı Saadet’te yaşamış olanlar ve Tabiîn / Sahabeyi gören Müslümanlar; bunun kat’î / kesin bürhan, delil ve kanıtıdır. Bu durumda, Hamiyeti Diniye ve Hamiyeti Milliye’den hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini sorgulamak lâzım.
     Bunun için de, konuyu açıklığa kavuşturmak gerek.
     Bir an için, şu engin ve sınırsız denecek kadar geniş ve büyük uzay okyanusunda, Kıyamet’te duracağı istasyona doğru hızla yol alan; Dünya denen bir trende varsayalım kendimizi.
     Zaten istikbal ve gelecek tarafına doğru, sür’atle yol almıyor muyuz?
     Böyle bir yol ve yolculukta sanarken kendimizi, şu hususları da hatırlayalım.
     Hamiyeti Diniye ve İslâmiyet Milliyeti; Türk ve Araplar içinde tamamen mezcolmuş / birbirine katılmış ve karışmıştır. Kabili tefrik olamaz / birbirinden asla ayrılamaz bir hâle gelmiştir.
     Kaldı ki, Hamiyeti İslâmiye / İslâmiyeti korumak için gösterilen gayretlilik his ve duygusu; en kuvvetli ve sağlam bir ip olup, Arş’tan / Allah’ın kudret ve saltanatının tecelli ettiği, göründüğü yerden gelmiş nuranî bir zincirdir.
     Kırılmaz ve kopmaz Urvetü’l-Vüska denen bir kulptur.
     Tahrip edilmez, mağlup olmaz kudsî / kutsal bir kaledir. İşte buna kuvvetli bir delil ve kanıt getirmek, bu büyük davaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir bürhan lâzım. Delil nedir? Derseniz:
     İşte müşahhas / somut bir delil: Bir tren yolunun yanında bulunduğumuzu düşünelim.
     Bildiğimiz kara tren; hani başından göğe simsiyah dumanlar çıkaran ve savuran bir tren...
     Çuh çuhları, ürküten homurtusu, heybetli görünüşü ile etrafına korku salan eski zamanların korkunç görünüşlü, yırtıcı dev mahlûklarını hatırlatan, ejderha gibi duruşuyla, tehdit eder bir tarzda bir trenin; üzerimize doğru geldiğini farzedelim.
     Bize doğru dehşetli bir hücum tarzı aldığını, yani tahakküm edici bir hücumda olduğunu var sayalım.
     Gök gürültüsü gibi bağırmasıyla, bizleri titreten bir vaziyet aldığını hayal edelim.
     İşte bütün bunları hatırlatan görüntüsü ve kulakları patlatacak derecede homurtusu ile:  
     “Bana rast gelenlerin vay hâline.” dercesine bizlere yaklaştığını düşünelim.
     İşte bizler böyle bir ruh hâlleri içindeyken; bir de ne görelim: Trenin geçeceği rayların birkaç metre yakınında 6 yaşlarında bir çocuk duruyor.
     Üstelik, hiç kıpırdamıyor! Mükemmel bir hürriyet ve hârika bir cesaret ve kahramanlık âbidesi olarak, trenin tehdidine beş para ehemmiyet vermiyor! Trenin oflayıp puflayarak yaptığı hücum eder görünüşünü hiç önemsemiyor! Onu hafife alıyor! Âdeta onunla alay ediyor!
     Sebat, metanet ve kahramanlığının hâl diliyle, sanki diyor:
     “Ey tren! Sen ra’d / gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın!
     Ey tren! Sen bir nizamın esirisin.
     Senin gem’in, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir.
     Senin bana tecavüz etmen haddin değil.
     Beni istibdadına, baskın altına alamazsın.
     Haydi yolunda git. Komutanının izniyle yolundan geç!”