Mahmud Esad Bozkurt... 1943 yılına kadar CHP'den İzmir milletvekilliği yaptı. Abdülhamid Han'a karşı ayaklanan İttihatçı Ubeydullah Efendi dayısıdır. Ondan aldığı eğitimle büyüdü. "Müslümanlık gelişmeye manidir, bu dinle yürünmez ve bize kimse ehemmiyet vermez, İslamiyet tasfiye edilmelidir." diyordu. Adalet Bakanı olduğu dönemde; "Öz Türk olmayanların, Türk vatanında bir hakkı vardır. O da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır." demişti. İsviçre'de hukuk eğitimi almış İngiliz ekolünden bir zattır.

"Türk ihtilalinin kararı, Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine mal etmek, benimsemektir. Bu karar, o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar demirle, ateşle yok edilmeye mahkûmdurlar. Bu prensip bakımından kanunlarımızı oldukları gibi Batı’dan almak zorundayız.”

Darbeci mantık, ihtilalci ideoloji ve ona bağlılığı ifade eden bu görüşler kurucu lider tarafından bu kadar kesin ifade edilmese de Kemalist ideolojinin temel mantığıdır. İnkılaplara karşı çıkanların nasıl tasfiye edildiği tarihen sabittir. Bu zat 1923’den 1950’ye kadar olan dönemde devlet partisinin ileri gelenlerinden biri, milletvekilliği ve hükümetlerde çeşitli bakanlıklar yapmış bir zattır. Bu mantık, bu kültür demokrasinin yeşermesine fırsat vermez, demokratik tahammül ve fikirlere hürmet zihniyetinin gelişmesine ortam hazırlamaz. İşte bunun içindir ki; Darbelerin olmasının en önemli nedenlerinden biri de demokrasi kültürünün olmamasıdır. Eskiden padişahın yani tek kişinin yönetimi söz konusuyken, Cumhuriyet döneminde de tek kişinin her şeyi belirlediği bir yapı oluşmuştur. Aykırı ve karşı görülen bütün yapılar ve kişiler birer tehdit olarak görülmüş ve bastırılmıştır. Hatta vatan haini ilan edilerek İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanarak asılmıştır. Demokrasiye geçilmesi de sadece toplumsal bir talep ve bu talebe verilmiş bir cevap şeklinde değil, Batı’nın zorlaması ile olmuştur.

Mustafa Kemal için devletin idaresinde yegâne güç TBMM’de olmalıydı derken; Uygulamada Meclis, alınan totaliter kararların tasdik mercii olarak kullanılmıştır. Çitçi, 1924 Anayasasında milleti temsil etme yetkisi TBMM’ye verilmiştir. ; Heper ve Bulut’agöre seçilmişlerin ülke yönetiminde tek güç olması anlayışı yerleştirilmeye çalışılmıştır, denmiş olsa bile M. Kemal Kurtuluş Savaşı’nın bitimine kadar olan sürede tek karar mercii Meclis ’de bu kararlara boyun eğmek zorunda kalan tasdik mercii haline getirilmiştir.  Bütün bunlar Meclisin M. Kemal ve emrindeki bürokrasinin zihniyet dünyasına göre karar veren bir yapıya dönüşmesi halinde egemen güç olmasını amaçlamaktadır.

Atatürk için rejimin önemli dayanaklarından birisini ordu teşkil etmekteydi. (Heper, 1998: 210). Gerek Cumhuriyetin kuruluşunda gerekse Atatürk ilkelerinin uygulamaya konuluşunda ordunun gücüne başvurulmuştur. Başka bir ifade ile ordunun desteği olmaksızın inkılâpların yapılması mümkün olamazdı. Sonuç itibariyle toplum yukarıdan aşağıya doğru ve halk için halkın direnmesine rağmen inşa edilmekteydi. Yapılanlar sivil-askeri bürokrasiye dayanmaktaydı. (İzol, 2002: 197).

Askerin sistem açısından sayılan işlevlerine rağmen, Atatürk döneminde askerin siyaset dışında tutulmasına özen gösterilmiştir. Bunu temin etmek için askerlerin oy verme hakları dahi ellerinden alınmıştır (Baydur, 1997: 309). Atatürk döneminde farklı toplumsal kesimlerin yönetim üzerinde etkili olmaları arzu edilmemiştir. Toplumsal muhalefet tamamen susturulmuştur. Genel anlayışa göre bütün toplumsal kesimlerin ortak çıkarı CHP tarafından düşünülmekteydi ve gerekli adımlar atılıyordu. En iyi kararlar iktidar tarafından verilecektir, düşünmeye gerek yoktur. Dolayısıyla halkın yönetime katılmasına, herhangi bir tercihte bulunmasına ihtiyaç yoktur. Zaten halk bir şey bilmemektedir! Bilgisiz/kültürden mahrum bir sürünün kararlara iştirak etmesi düşünülemezdi.

Keyman’a göre Cumhuriyet modeli üç temel ilke üzerinde kurulmuştur. Birincisi, devlet halkın üstünde egemen özne olarak görülmekte ve devlet egemenliği söylemi hâkimdir. İkincisi, devlet, ulus-toplum birliği anlayışı üzerinde kurulmuştur. Organik toplum vizyonu ile kamusal yarar toplumsal seçkinler tarafından belirlenecek ve bireysel/kolektif talepler yerine empoze edilecektir. Birliğin korunması için kamusal itaat şarttır. Birlik, toplumsal birlik ülke çıkarlarından daha önemlidir. Üçüncüsü ise, Vatandaşlar devlete karşı olan borç ve yükümlülükleri ile tanımlanmışlardır ve çok sınırlı haklara sahiptirler. Devletin vatandaşlara karşı vazifesinden değil, halkın devlete karşı vecibe ve hizmetlerinden söz edilebilir.

Aslında Cumhuriyetin kurucu kadroları diyor ki; devlet halkın üstünde ve onu yönetmekle vazifeli kurumdur, hikmetinden sual sorulmaz, işine karışılmaz. Halk birlik içinde olmalı, tek partinin etrafında kümelenmeli ve itaat etmelidir. Devletin halka karşı vazifesi değil, halkın devlete karşı sorumlulukları vardır. Bu mantıkla ve tek parti yönetimi ile 1950’ye kadar milletin tepesine vura vura yönettiler. Bu tarihten sonra mızrak çuvala sığmadı. Tek parti diktatörlüğünü demokrasi söylemleriyle dünyaya kabul ettirmek mümkün gözükmüyordu. Çok partili sisteme geçiş yapıldı. 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidara geldi.

İnönü’nün istediği şey, gerçek bir muhalefet hareketi değildi. CHP’nin hegemonyası altında, görünüşte çok partili bir yapı oluşturmaktı (Kara, 1994: 268-269). Heper’e göre, İnönü çok partili hayata geçmeden önce orduya danışmış ve onları yeni süreçte de Atatürk ilkelerinin tehlikeye düşmeyeceği ve ordunun sistemin koruyucusu olma işlevini sürdürmeye devam edeceğini belirterek ikna etmiştir. Bu tarihten itibaren ordu kendini Atatürk’ün gerçekleştirdiği inkılâp ve ilkeleri korumaya, devlet çıkarı ile özdeşleştirmeye başlamıştır. (Heper, 2006: 102).

Cumhuriyetin kurucu partisinin siyasal kültürü de demokratikleşmeye uygun bir ortamın oluşmasına fırsat vermemekteydi. CHP, seçimi kaybettikten sonraki dönemde de “…devletçi asker ve sivil yönetici elitlerin, dine karşı açık ve kesin tavır alanların, materyalist ve pozitivistlerin partisi olma özelliğini korudu” (Dursun, 2004: 276).

Zaman içinde Demokrat Parti iktidarına karşı muhalefet gelişti, çeşitli gerekçelerle ortaya çıkan antidemokratik hareketler CHP tarafından himaye edildi. Bunlardan ilki, askerin maddi durumunun zayıflaması, ikincisi toplumsal statülerinin gerilemesi ve üçüncüsü, Demokrat Partinin orduyu denetim altına almak için, ordunun otonomisini yok etmesiydi. (Turhan, 1991: 172). Bu faktörler zamanla hükümete karşı antipatiyi arttırmıştı.

Seçimleri kazanıp halktan yetki aldıktan sonra iş başına gelmiş iktidarlara karşı; rejimin değerleri olarak adlandırılan ve yüz sene önce, kimi tehditle, kimi Meclise baskı yaparak alınmış kararlara uymaya mecbur olacaktır demek demokratik mantıkla bağdaşır mı? 

Kanunları değiştiremezsin, anayasaya el atamazsın, anayasanın kendi içindeki çelişkileri düzeltemezsin, yüz sene önce çizilmiş rotanın dışına çıkamazsın, zaman ve şartlar değişse bile tayin edilmiş yetki alanının dışına çıkamazsın demek hangi demokratik mantıkla bağdaşabilir?

Kanun ve anayasa değişikliklerini halkoyuna götüremezsin, rejimin değerlerini sorgulayamazsın demek hangi ilmi zihniyetle bağdaşabilir? Halk iradesinin asırlar boyu sabit kalacağı veya kalması gerektiği tezi akla mantığa sığar mı?

Anayasa değişikliklerinde milletin hakemliğine güvenilmeyecekse, halka dayanmadan yetki kullanılacaksa ne lüzumu var Meclise, ne lüzumu var seçimlere?! 

DP, 1950 seçimlerinde; oyların %47,3’ünü aldı. Üç seçimde de Anayasa’yı değiştirecek güçte iktidar oldu. Anayasayı değiştirmek aklına gelmedi. Aksine rejimin değerlerini pekiştiren ve geçmişte yapılanların sorgulanmasını önleyen kararlar alarak kendi yıkımına yol açtı. Bunlar “Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun çıkartılması, Milliyetçiler Derneği’nin kapatılması vs’dir.”

1950’den itibaren, ilericilik tekelini elinde tutan başta Masonlar olmak üzere; CHP’liler ve bazı aydınlar, seçim sonuçlarını benimsememişlerdir. DP’ye verilen oyları kırsal kesimin, cahillerin oyları olarak ele almışlardır. 1954-1957 seçimlerinde yolsuzluk iddiası ile CHP başta olmak üzere, muhalefetin hiçbir teşkilâtından itiraz bile yapılmamıştır. Ancak seçimlerde yolsuzluk yapıldığı iddia edilmiştir.

1950’de DP iktidara geldiğinde nasıl bir memleket devralmıştır? Makara ipliği, dikiş iğnesi, atın ayağına çakılan nalın mıhını (çivisini) yapamayan bir sanayi... 67 ilin ancak 25’inde 24 saat elektriği olan bir Türkiye… 

DP döneminde termik ve hidroelektrik santraller kurulmaya başlanmıştır. Ama “Memleketin bu kadar enerjiye ne ihtiyacı var? Toprağa mı verecek?” denilmiştir.  

İlerici söylemlerin arkasına sığınarak çağın gerisinde kalma misyonunu gerçekleştiren CHP zihniyeti yapılan hiçbir şeyi beğenmiyor, DP aleyhine olan her şeyi gerekçe yaparak saldırıyordu.  Böyle bir ortamda halk iradesine dayalı çağdaş bir demokrasi kurmak mümkün olmuyordu. Bu söylemler ilerleme, çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak gibi acil hedefler üzerine baskı yaparak; ülkeyi yerinde saydırarak, geri bıraktırmaya yol açıyor batıyı aşma ülküsünü, toplumun kendine güven duygusunu ortadan kaldırıyordu.